19 Şubat 2017 Pazar

13 VE 14. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI Genel Özellikleri

13 ve 14. yüzyıllarda Anadolu, siyasal bakımdan pek çok kargaşanın yaşandığı bir dönemdir. 13. yüzyılda Anadolu'da dört devlet vardı: Selçuklular, İlhanlılar, Bizans ve Trabzon Rum İmparatorluğu. Bunların en güçlüsü Selçuklular idi.

Selçukluların, Moğollar tarafından 1243 yılında Kösedağı savaşı ile yıkılması sonucu Anadolu'da bir çok beylikler kuruldu. Beyliklerin her biri kendi bağımsızlığını ilân etti. Bu kez beylikler arası savaşlar başladı. Osmanlı Beyliği 1299 yılında kuruldu ve diğer beyliklerle yaptığı savaşlar sonucu gelişip güçlendi.

13 ve 14. yüzyıllarda Anadolu'da düşün hareketlerinin merkezi Konya ve dolaylarıdır. Moğol akınlarından korunmak amacıyla Türkmenistan-Horasan'dan pek çok alperen gelerek Anadoludaki beyliklerin saraylarına sığındılar ve tasavvuf düşüncesini yaymaya başladılar. Bu ortamda tasavvuf edebiyatı doğdu. Daha sonraki yüzyıllarda da gelişip yayıldı.

Tasavvuf alanında; Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Şeyyad Hamza, Ahmet Fakih, Nesimî, Gülşehrî, Sultan Veled gibi pek çok sanatçı eserler verdi. Aynı yüzyıllarda din dışı konularda, Hoca Dehhani, Ahmedî, Hoca Mes'ut eserler verdi. Bir taraftan da İran-Arap edebiyatından çok sayıda çeviriler yapıldı. 1360 yılında Kul Mes'ut tarafından "Kelile ve Dinine" adlı fabl kitabı Türkçeye çevrildi.

Bu yüzyıllarda halk edebiyatı alanında "Battalname" ile "Danişmend-name" adlı eserler yazıldı. Bunlardan "Battalname"de Seyit Battal Gazi'nin din uğruna Bizans'a karşı giriştiği mücadelelerden söz edilir." "Danişmendname"de ise Melik Ahmet ile oğlu Gazi Bey'in kahramanlıkları anlatılır. Bu öykülerde dinî inançlar ve ilâhi yardımlar ön plândadır. Hz. Muhammet, Hz. Ali rüyada görülür. Hızır gazilerin yardımcısıdır. Bu eserlerde eski Türk destan geleneğinin izleri İslâmî karaktere bürünmüş nitelikte yaşatıldı.

Bu yüzyıllarda gerek dinî (tasavvufî) gerekse din dışı konuları işleyen şairler üzerinde, İranlı şairlerden Firdevsi, Nizami, Sadi, Feridüddin Attar ile Farsça eserler yazan Mevlâna'nın etkisi görülür. Bilim ve edebiyat yoluyla Arapçadan, Farsçadan dilimize sözcükler yanında bu dillere ait kurallar da girmeye başladı. Ancak 1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey bir fermanla bunu önlemeye çalıştı: "Bugünden sonra, divanda, dergâhta, barigâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır." Bu ferman dilimizi yabancı etkilerden korumaya yetmedi.


TASAVVUF DÜŞÜNCESİ

"Tanrının niteliği nedir, evren nasıl oluşmuştur, insan ve varlık nedir?" gibi sorulara yanıt arayan din felsefesine tasavvuf denir. Tasavvufun diğer bir adı Vahdet-i vücut'tur.

Tasavvuf düşüncesine göre evrende tek bir varlık vardır. O tek varlık da Tanrı'dır. Ezelî ve ebedî olan o tek varlığa salt varlık (vücud-ı mutlak) denir. Salt varlık aynı zamanda bütün güzellikleri üstünde topladığı için salt güzellik (hüsn-i mutlak) tir. O salt güzellik bir gün kendi güzelliğini görmek istemiştir. Bunun için bir aynaya akseder gibi yokluğa (ademe) aksetmiştir. Böylece yokluğun içinde evren şeklinde görünmüştür (tecelli etmiştir). Bu nedenle bizim evrende var olarak gördüğümüz tüm canlı ve cansız varlıklar, Tanrı'nın bir görüntüsüdür (hayalidir). İnsan da bu evrende var olduğuna göre, o da Tanrı'nın bir görüntüsüdür (hayalidir). Bu durumda insanda bir varlık öğesi, bir de (Tanrı'nın görüntüsü olduğu için) yokluk öğesi vardır. İnsan nefsine hakim olmak suretiyle, yani dünya isteklerinden vaz geçerek (nefsini terbiye ederek) Tanrı'ya ulaşabilir. Bunun için iç temizliği ve gönül rahatlığı gerekir. Buna tasavvufta, fenafillah mertebesi denir. Bu düzeye erişmiş kişiye olgun insan (insan-ı kâmil) denir. Bu kişi, insanı ve doğayı bir bütün olarak görür. Başka bir deyişle evrendeki tüm varlıklar Tanrı varlığını hisseder. Bu kişi için ikilik (Tanrı ile kendisi) yoktur. Her şey "bir"dir.

Tasavvuf düşüncesini işleyen edebiyata, tasavvuf edebiyatı denir. Hallacı Mansur, Ahmet Yesevî, Seyyit Nesimî, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlâna gibi pek çok düşünür ve şair-yazar bu alanda eserler vermişlerdir.

YUNUS EMRE

İLÂHİ

İşidün ey yarenler,
Aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül,
Misali taşa benzer.

Taş gönülde ne biter,
Dilinde agu düter,
Nice yumşak söylese,
Sözü savaşa benzer.

Aşkı var könül yanar,
Yumşanur muma döner,
Taş gönüller kararmış,
Sarp katı kışa benzer.

0l sultan kapusunda,
Hazreti tapusunda,
Aşıklarun yıldızı,
Herdem çavuşa benzer.

Geç Yunus endişeden,
Gerekse bu bîşeden,
Ere ışk gerek öndin,
Andan dervişe benzer.

SÖZCÜKLER
ağu : Zehir.
bîşe : İş, uğraş, sanat, meslek.
çavuş : Halkı aralayıp padişaha ya da büyük birine yol açan kişi.
derviş : Kendini Tanrı yoluna adayan kişi.
endişe : Düşünce, tasa, kaygı.
Hazret : (parçada) Tanrı.
herdem : Her zaman.
öndin : Önce,önceden.
tapu : Makam, üst düzeyde yer, hizmet etme.
yumşak : Yumuşak (tatlı söz).

AÇIKLAMALAR

Okuduğunuz ilâhide Tanrı sevgisi işlenmektedir. Tasavvuf edebiyatında bu tür şiirlere ilâhi adı verilir. İlâhiler genelde hece ölçüsüyle ve dörtlük nazım birimi ile yazılır. Ancak az da olsa aruz ölçüsüyle ve beyitlerle yazılmış ilahilere de rastlanır. Kendine özgü bir bestesi vardır.


YUNUS EMRE

(1240?-1320)

Yunus Emre 13. yüzyılın yarısı ile 14. yüzyıl başlarında yaşadı. Yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Anadolu'da Yunus Emre'ye ait pek çok mezar bulunmaktadır. Bulunan bu mezarlar, şairin halk tarafından ne kadar çok sevildiğini gösterdiği gibi yaşadığı yer ve zaman konusunda da tartışmalar yaratmaktadır.

Son yapılan araştırmalara göre 1240-1241 yıllarında Eskişehir'de Sarıköy (bugünkü adıyla Yunusemre) beldesinde doğduğu ve burada yaşadığı ve 1320 yılında burada öldüğü görüşü kabul edilmiştir. Mezarı da buradadır.

Yunus Emre'nin yaşamı ile ilgili gerçek bilgilere ulaşılamadığı için birtakım söylenceler yaratılmıştır. Söylencelerin dışında şiirlerinin incelenmesi sonucu yaşamıyla ilgili şunlar söylenebilir:

Yunus Emre, medrese eğitimi görmüş, tasavvuf düşüncesini çok iyi yorumlamış ve soyut kavramları ilâhilerinde somuflaştırarak halkın anlayabileceği düzeye getirmiştir. Şiirlerinde her ne kadar okuma yazma bilmediğini söylemesi tasavvuftaki alçak gönüllülük anlayışındandır.

İlâhi, nefes, münacaat, nutuk, sathiye adı verilen şiirlerinde Tanrı sevgisini işlemiştir. Ona göre insan, nefsine hakim olmakla bir takım tutkulardan kurtularak Tanrıya ulaşabilir. Bunun için bir mürşide (yol göstericiye) bağlanmalıdır. Tanrıdan uzakta olan insan "gurbet"tedir, yalnızdır; esas olan Tanrı'ya ulaşmaktır. İnsanın içinde Tanrı benliği vardı.

"Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil."

derken insanın içinde Tanrı varlığının olduğunu, gönül yıkmanın günah olduğunu belirtmek istemiştir. Bu nedenle de insanları, canlıları hatta karıncayı bile yüce bir varlık olarak görmüştür. "Benim bir karıncaya dahi ulu nazarım vardır." sözü bunun en güzel örneğidir.

Şiirlerinde hece ve aruz ölçüsünü kullanmıştır. Sade bir dille yazdığı şiirlerindeki coşku ve içtenlik bugün bile etkisini sürdürmektedir.

Yunus Emre gezgin bir şairdir. Anadolu'nun pek çok yöresini dolaştığı, Azerbaycan'a ve Şam'a gittiği, Konya'da Mevlâna ile buluştuğu söylenmektedir. Farsçanın yaygın olarak kullanıldığı bir dönemde sade Türkçe ile şiirler söylemesi, en içli duygularla Tanrı'ya seslenmesi, onu ölümünden sonra da yaşatmıştır.

Eserleri: "Risalat al Nushiye" adlı bir mesnevisi ile ilâhilerinin derlendiği bir "Divan"ı vardır.


MEVLÂNA CELALEDDİN RUMÎ

MEVLÂNA'DAN ÖRNEKLER

1. Ey durup dinlenme nedir, bilmeyen rüzgârımız, güle bizden haber götür de deki: Ey gül bahçesinden kaçıp da şekerle karılan gül, gül bahçesinden nasıl oldu da ayrıldın?

2. A gül, sen aslından da şekersin, şekere daha fazla lâyıksın; şeker de hoş, gül de hoş, fakat vefada bulunmak, ikisinden de tatlı.

3. Yanağını şekerin yanağına koy, tat al şekerden, koku ver ona; şekerin sayesinde yolculuk cefasının acılığından kurtulmaya bak.

4. Şimdi gülbeşeker oldun ya gönül gıdasısın, göz nurusun, artık gülden gönlünü çek, o nerde, bu nerde?

5. Tikenle oturuyordun, tıpkı akıl gibi cana yoldaştın; yeryüzünden göğe ağ konak konak, ta onunla buluşma yerine kadar yürü.

6. Ey gül, bunları gördün de o yüzden dünyaya gülüyorsun, o yüzden elbiselerini yırtıyorsun ey kızıl kaftanlı düzenbaz, güçlü kuvvetli yiğit.

7. Gülbeşekerden maksadımız Tanrı lütfuyla bizim varlığımızdır; hey gidi hey, varlığımız sanki demir, Tanrı lütfuysa mıhladız.

8. Akıl aynadır, aynacı ona kıvılcımlarla eziyet etmededi de bu yüzden olacak bizi istemiyor; sizi, sizsiz isterim, diyor.

9. Ey misk gibi sözler söyliyen, kendine gel artık, bu sözün sonu yoktur; senin bana söylediklerini kimseciklere söylemem ben.

10. Ey Tebrizli Şems, padişah huylu padişahların sırlarını hassiz, sessiz, renksiz, kokusuz söyle; güneş olmadıkça tan yeri nasıl ışır, kuşluk çağı nasıl aydınlanır.


MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMÎ

(1207-1277)

13. yüzyıl şairlerindendir. Türkistan'ın Belh kentinde 1207 yılında doğdu. Bilginler sultanı (sultanü'l ulema) sanıyla tanınan Bahaeddin Veled'in oğludur. Baheddin Veled, Moğol akınlarından korunmak amacıyla Anadolu'ya geldi ve Konya'ya yerleşti.

Mevlâna'nın asıl adı Mevlâna Celâleddin-i Rumî'dir. İlk eğitimini babasından aldı, Arapça, Farsça öğrendi. Babası öldükten sonra onun yerine geçerek medreselerde dersler verdi. 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile tanıştı. Ondan bütün yönleriyle tasavvufu öğrendi. Medrese-tasavvuf ikileminde tasavvufu seçti. 1277 yılında Konya'da öldü.

Mevlâna tam bir gönül temizliği ile Tanrı'ya ulaşılacağına inanıyordu. Hatta bu günü şeb-i aruz (düğün günü) olarak adlandırıyordu. Tanrı'ya yaklaşmak için gönül temizliği yanında şiir, sema, ney, kudüm gibi müziğin gönül coşturucu özelliklerinden yararlandı. Din, dil, ırk, ulus ayrımı gözetmeyen bir anlayışa sahipti. Bütün insanlığa seslenmesi, iyiyi ve güzeli öğütlemesi, aşkı yüce bir varlık olarak gören anlayışı onun ününü artırdı.

Mevlâna, Farsça yazdığı şiirlerinde tasavvufî konuları işledi. Ona göre tasavvufun amacı; aşk ve gönül yoluyla mutlak hakikat olan Tanrı'ya ulaşmaktır. Bu da kötülüklerden, ihtiraslardan arınmış temiz bir kalple (gönülle) olur. Bu tasavvufî olgunluğa ulaşmak için şiir, sema, müzik önemli rol oynar.

Mevlâna'nın en önemli eserleri şunlardır: Mesnevî, Divan-ı Kebir , Fihi Mafih, Mecalis-i Sub'a, Mektubat ve Rubailer.

HACI BEKTAŞ VELİ

ÖZDEYİŞLER

* İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
* Ara, bul... Her ne ararsan kendinde bulabilirsin.
* Kadınları okutunuz.
* İnsanın gerçek güzelliği sözünün güzelliğidir.
* Şu beş nesne, olanların en yazık olanıdır: Güneşe karşı yanan ışık. Görmeyen göze karşı güzel yüz. Çorak tarlaya karşı bol yağmur. Karnı tok olana karşı nefis bir yemek. Ahmak adama karşı doğru söz.

AÇIKLAMALAR

Hacı Bektaş Veli 13. yüzyıl Türk düşünürlerindendir. Bu yüzyılda Anadolu'nun Türkleşmesinde ve tasavvuf düşüncesinin yayılmasında kurduğu Bektaşilik'in büyük rolü olmuştur.

Yukarıda okuduğunuz sözler onun düşünce sistemini ve insan anlayışını belirtmesi bakımından önemlidir.


HACIBEKTAŞ VELİ (1209-1270)

Hacı Bektaş Veli, Türk düşünürü ve tasavvufçusudur (mutasavvıf). Yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgimiz yoktur.

Yaşamıyla ilgili birtakım öyküler oluşturulmuştur. Bunların dışında yaşamıyla ilgili şunlar söylenebilir:

Hacıbektaş Veli, 1209 yılında Horasan'ın Nişabur kentinde doğdu. Ahmet Yesevî'nin öğrencisi Lokman Perende'den dersler aldı, Arapça öğrendi. Horasan'dan Anadolu'ya geldi. Önce Amasya'ya yerleşti. 1240 yılında Baba İshak'ın öldürülmesi sonucu onun yerine geçti. Kırşehir ve Kayseri'yi dolaştıktan sonra Nevşehir'e bağlı Suluca Karahöyük (bugünkü adı Hacıbektaş) ilçesine yerleşti. 1270 yılında öldü. Türbesi ve müzesi buradadır.

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'da Türklük ve tasavvuf bilincini aşılayan ve yayan Türk düşünürüdür. 13. yüzyılda Bektaşilik'i kurdu. Tasavvuf edebiyatının gelişmesine Türkçe söyleyişi ve herkesi kucaklayan anlayışı etkin rol oynadı.

Hacı Bektaş Veli tasavvuf alanında şiirler yazdı. Ölümünden sonra başka şairlerce de Hacı Bektaş adıyla şiirler yazıldı.

"Makalat" adlı Arapça yazdığı eserinde, din ve tasavvuf konularını işledi. Ayrıca özdeyişleri de vardır.

GÜLŞEHRİ

MANTIKU'T TAYR
0l bir er bir avreti sever idi
Anı görmeğe azîm iver idi

Şat'dan ol yanayidi avret evi
Sanatı ser-sebze vü bünyad kavi

Er evi Şat'dan bu yana zer-nigâr
Sahnı bağ u sakfı dahi lâle-zar

Avretün aşkı eri almış idi
Gerçi Şat'dan bu yana kalmış idi

0l hevâya gönli çün uçar idi
Şat'ta düşüp ol yana geçer idi

Yüzemez iken suyı diler idi
Yârı ağızına dişin biler idi

Yâr ile yüz dürlü ayş ider idi
Girü Şat'a düşüben gider idi

Bir gün ol avret katında oturur
Nâgehan bakar yüzinde vü görür

Bir benek konak yüzinde avretün
Er düşer ortasına yüz mihnetün

Avrete eydür aceb gördüm bugün
Bir konak gözünde kim yoğ idi dün

Avret eydür Şat'a ayruk girmegil
Geçmeğe vü ömr boynın urmagıl

Eydür on yıldır ki Şat'ı geçerem
Dicle'yi bir cur'a gibi içerem

Od gibi her gün düşerem suya ben
Şimdi girme didiğün âhır neden

Avret eydür kim bu konak iy canum
On yıl oldı kim gözümdedür benim

İlle çün ışkun senün galib idi
Beni görmeğe becid tâlib idi

Hem geçeridüm Şat'ı durmaz idün
Hem gözümdeki akı görmez idün

SÖZCÜKLER

âhir : Bundan sonra, artık.
ayruk : Başka, yalnız.
ayş etmek : Yemek, içmek.
azim : Çok istekli.
becid : Üstün.
bünyadı kavi : Sağlam yapı.
cur'a : Yudum.
girmegil : Girme.
konak : Leke.
mihnet : Sıkıntı.
nagehan : Ansızın.
sahat : Alanları.
sakfı : Tavanı.
ser-sebz : Hep yeşil.
talip : İstekli.
zer-nigâr : Altınla işlenmiş.

AÇIKLAMALAR

"Mantıku't Tayr", İranlı Şair Feridüddin Attar tarafından yazılan bir mesne-vîdir. Kuşların dili anlamına gelen eserde; dini, tasavvufî ve ahlakî öyküler yer almaktadır.

Eserde, Hüdhüd adlı ermiş kuşun yol göstermesiyle Anka veya Simurg (Simurg, ayrıca "otuz kuş" demektir.) adlı kuşların gerçeğe (Tanrı'ya) ulaşmak için yaptıkları mücadeleli yolculuk anlatılmaktadır. Öykünün sonunda gerçeğe (Tanrı'ya) ulaşan kuşlar, aradıklarının yine kendileri olduğunu anlarlar. "Mantıku't Tayr" allegorik bir eserdir. Eserde aşk konusunu işleyen pek çok öykü yer almak-tadır.

Yukarıda okuduğunuz bölümde de yine böyle bir aşk konusu işlenmiştir. Aşkın gücü ile Şad (Dicle) ırmağını geçen âşık , sevgilisinin yüzündeki lekeyi (benek) görmez, onu gördüğünde de sevgilisine karşı aşkı kalmamıştır. Burada verilmek istenen düşünce, "sevginin her kusuru örttüğü"dür.

GÜLŞEHRİ

(14.yüzyıl)

Gülşehrî'nin yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgimiz yoktur. 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarında yaşadığı ve Kırşehirli olduğu bilinmektedir. Gülşehrî, Mevlana'nın oğlu Sultan Veled tarafından mevleviliği yaymak üzere Kırşehir'e gönderildi.

Gülşehrî, Feridüddin Attar'in "Mantıku't Tayr (kuşların dili)" adlı mes-nevisini genişleterek ve bazı bölümleri çıkartıp eklemeler yaparak Türkçeye çevirdi. Âdeta özgün bir eser hâline getirdi. "Mantıku't Tayr" dinî, tasavvufî ve ahlâkî bir eserdir.

Gülşehrî'nin "Mantıku't Tayfın dışında "Felekname" adlı bir eseri daha vardır.

AHMEDÎ

GAZEL

1. Sabâ Mesih-dem olub bahardan bu gece
Hıtâ'ya benzedi gülsen nigârdan bu gece

2. Sabuh içmedi gündüz çemende gül-ruhsar
Bu nerkisün gözü nedür humardan bu gece

3. Müzeyyen oldu reyâhin bezendi bağ-ı çemen
Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece

4. Ne dil-nevâz göründü vü hem de cân-efrûz
Murada erdi gönül rüzgârdan bu gece


GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

1. Saba (rüzgârı) bu gece bahardan aldığı güzel kokularla Isa nefesli oldu. Gül bahçesi sevgilinin mis kokusundan Hıta ülkesine benzedi.

2. O gül yanaklı, bugün (yeşil) bahçede sabah şarabı içmedi. Böyle iken, nergis çiçeği neden sarhoş oldu? Bu nergisin gözü neden böyle mahmur (kapanıyor)?

3. Fesleğenler süslendi, yeşil bahçeler çiçeklerle bezendi. Galiba bahçeye sevgiliden haber geldi. (Çiçekler onun geleceğini öğrenmişe benziyor.)

4. Bu gece ne gönül okşayıcı, ne can aydınlatıcı. Bu gece gönül, zamandan alıp murada erdi.


SÖZCÜKLER

bağ-ı çemen : Yeşil bahçe.
can-efruz : İç açıcı, can aydınlatıcı, ferahlatıcı.
dem : Soluk, nefes.
dilnevaz : Gönül okşayan.
gül-ruhsar : Gül yanaklı.
gülsen : Gül bahçesi.
Hıta : Çin'in kuzeyinde misk kokusuyla ünlü bir ülke.
humar : Uykulu, mahmur göz.
Mesih-dem : İsa nefesli, Hz. İsa gibi nefesi şifa veren, nefesinde hayat
bulunan.
müzeyyen olmak : Süslenmek.
nigâr : Sevgili.
reyahin : Reyhan çiçeği.
rüzgâr : 1. Zaman, 2. Rüzgâr, yel.
saba : Gün doğusundan esen hafif rüzgâr.
sabuh : Gündüz içilen şarap.
vü : Ve.


AHMEDİ
(1334-1413)

Ahmedî 14. yüzyıl klâsik edebiyat şairlerindendir. Doğum yeri ve yılı tam olarak bilinmiyor. 1334 yılında Kütahya'da doğduğu sanılıyor. Asıl adı Tacettin İbrahim olan Ahmedî "Germiyanlı Ahmedî" olarak bilinir. Ahmedî, Kütahya'da başladığı öğrenimini Mısır'da tamamladı; dönüşte önce Germiyan Beyliği'nde başladığı hizmetlerini Osmanlı saraylarında sürdürdü. Yıldırım Bayazıt'ın Timur'a yenilmesinden sonra Timur'un sarayında bulundu, ancak daha sonra Osmanlı devlet merkezinin Edirne'ye alınmasıyla I. Mehmet'in yanında geldi. Devrin ileri gelenlerine eserler sundu. Ahmedî 1413 yılında divan katipliği görevini sürdürürken Kütahya'da, bir söylentiye göre Amasya'da öldü.

Üretken bir şairdir. İran edebiyatındaki incelikleri Türk edebiyatına başarıyla uyguladı. 14. yüzyılda tasavvuf düşüncesinin yaygın olduğu bir dönemde din dışı konularda şiirler yazdı. Gazel, kaside ve mesnevilerinde aşk duygusunu işledi. Türkçe söyleyişteki ses güzelliği sayesinde günümüze dek yaşadı. Ahmedî'nin dili ağırdır. Yabancı sözcüklerin ve divan edebiyatındaki mazmunların yerleşmesinde etkili olmuştur.

Ahmedî'nin "Divan, İskendername, Cemsid-ü Hurşid" en önemli eserleridir. Ayrıca tarih, tıp ve sözlük alanlarında da eserleri vardır.

KADI BURHANETTİN

TUYUĞ

Gözlerin dertlilerin dermanıdur.
Can ü dil ol ikinin kurbanıdur.
Canuma sevmek seni, ırak işdürür
Nite olur ol Çalap fermanıdur.

Hemişe âşık gönlü biryan bolur
Her nefes garip gözi giryan bolur.
Sofuların dileği mihrab namaz
Er kişinin arzusı meydân bolur.

Cadu gözi canumı şikâr ider
Ben kuluyem ol ânı inkâr ider
Tutagıyçün şeker didüm idi
Gönlüne geldi tekrar ider.

SÖZCÜKLER
can ü dil : Can ve gönül.
biryan : Yanmış, kebap olmuş.
bolur : Olur.
cadu : Cadı, fitne.
Çalap : Tanrı.
didümidi : Demiştim.
giryan : Ağlayan.
gönlüne geldi: Hatırladı.
hemişe : Daima.
ider : Eder.
ırak : (parçada) Olmayacak şey.
işdürür : İştir.
nite : Nasıl.
ol : O.
şikâr : Av.
tutaguyçün : Dudağı için.



EDEBİYAT BİLGİLERİ

TUYUĞ

Tuyuğ, Türklere özgü bir nazım biçimidir. Anlamı duygulu şiir demektir. Dört dizeden meydana gelen tuyuğlarda 3. dize serbest, diğerleri kendi aralarında uyaklıdır. Aşk konusunun işlendiği tuyuğlar aruzun fa i lâ tün, fâ i lâ tün, fe i 1ün kalıbıyla yazılır. Türk edebiyatında Kadı Burhanettin ve Nesimî (14. yüzyıl) bu türde başarılı örnekler vermişlerdir.

KADI BURHANETTİN
(1345-1398)

Kadı Burhanettin 14. yüzyılda Anadolu'da yaşayan hükümdar şairlerdendir. Asıl adı Ahmet olan Kadı Burhanettin, 8 Ocak 1345 yılında Kayseri'de doğdu. İyi bir eğitim gördü; şiir, matematik, mantık, felsefe gibi bilim-lerle uğraştı, kadılık yaptı. Merkezi Kayseri'de bulunan Eretna Beyliği'ne vezir oldu, daha sonra hükümdarlığını ilân etti; hükümet merkezini Sivas'a taşıdı. 18 yıl süren hükümdarlığı siyasal çalkantı, entrikalar ve savaşlarla geçti. 1398 yılında bir çatışmada öldü.

Kadı Burhanettin'in yaşamı hep siyasî mücadelelerle geçti. Arada şiir, edebiyat ve bilimle uğraştı, Arapça ve Farsçayı bu dillerde şiir yazacak kadar iyi biliyordu. "Türkçe Divanı"nda çok sayıda gazeller, rubailer ve tuyuğlar bulunmaktadır. Siyasî yaşamındaki coşku, şiirlerinde de hissedilir. Türkçe şiirlerinde Azeri lehçesinin özellikleri görülür. Divanı, Türkçe sözcükler bakımından zengin bir kaynak niteliği taşır.

Kadı Burhanettin'in şiirlerinde kullandığı ölçü aruz ölçüsüdür; ancak bu ölçü kusurlarla doludur. Çoğu kez ölçüsüz yazıldığı izlenimi verir.

Kadı Burhanettin'in "Divanı" vardır.

NASRETTİN HOCA

AMMA UZATTIN HA!

Hoca, bir sabah soluğu kapıda alınca, bir kapı komşusu pencereyi tıklatır.

"Hayrola Hoca; bugün sende bir hâl var?" der.
Hoca:
"Hiç canım, ne hâl olacak!" diye başını dolayıp geçecek olur ama, herifin gözü el âlemin üstünde, öğrenmezse olur mu?
"Yahu, betinden, benzinden belli; bir derdin var elbet!" diye tutturur. Rahmetli, onu şöyle bir süzdükten sonra:
"Bre komşu, ne üstüne lâzım, elin üç koyunu ile beş keçisi. Ev hâli bu, bizim karı ile biraz ileri geri ettik, işte o kadar." deyip yürüyecek olur ya, yedi mahallenin tellâlı, gezdiği, tozduğu yerde ne anlatacak:
"Pek o kadar değil, Hoca; bu gece sizin evden bir gürültü geldi; saklayıp da turşusunu mu kuracaksın; yarın okkası on paraya iner." deyince, Hoca bakar ki yakasını kurtaramayacak:
"Bre birader, diyorum ya, pek öyle merak edilecek şey değil! Bizimki işi azıtınca, bir tekme vurup cübbemi merdivenden aşağı savurdu." der. Komşusu olacak, bu kadarla da doymaz:
"Hoca, ben böyle mavalları yutar mıyım, cübbe dediğin gürültü çıkarır mı?" deyince, gayri Hocanın burasına çıkar:
"Canım, komşu, der, sen de amma uzattın ha, cübbenin içinde ben de vardım!"


NASRETTİN HOCA
(1208-1284)

Nasrettin Hocanın yaşamıyla ilgili ayrıntılı bilgimiz yoktur. Yaşamı ile ilgili bildiklerimiz şunlardır: 1208 yılında Sivrihisar'ın Hortu köyünde doğdu. Babasının yerine doğduğu köyde bir süre imamlık yaptı. 1237 yılında görevi birisine bırakarak Akşehir'e gitti, yaşamını orada sürdürdü ve 1284 yılında öldü.

Nasrettin Hocanın yaşamı etrafında pek çok fıkra söylenmektedir, ancak bunlardan bir kısmı Nasrettin Hocaya aittir. Diğerleri başkalarınca yaratılan ve Hocaya atfedilen fıkralardır. Bunlardan Nasrettin Hocaya ait olanların sayısı 300'e yakındır.

Fıkralardaki kişiliği ile Nasrettin Hoca, güler yüzlü şakacı, karısına çocuklarına ve yaşadığı çevreye karşı uyum içinde olan tipik bir kasabalıdır. Güldürücü kişiliği yanında düşündürücü bir yanı vardır. Fıkralarında Hoca; her duruma çözüm bulan, yaşama sevinci dolu, karşısındakinin niyetini hemen sezen, uyanık, kül yutmaz, sözünü esirgemeyen kıvrak zekalı bir tiptir.

Nasretin Hoca fıkralarından bahseden en eski kaynak 15. yüzyılda yazılan "Saltukname"dir. Nasrettin Hoca fıkralarının derlendiği en eski kitap 16. yüzyıl son¬larında yazılmış ve içinde 43 fıkra bulunan kitaptır. Nasrettin Hocaya ait ilk kitap 1837 yılında basılmıştır. 1885 yılında Çaylak Tevfik, "Letaif-i Nasrettin" adı altında fıkralarını yayınlamıştır.

Nasrettin Hoca güldüren, güldürürken düşündüren kimliğiyle ünü sadece Türkiye'ye değil tüm dünyaya yayılmıştır. Bu açıdan onun kim olduğu, hangi çağda yaşadığı konuları önemini yitirmiştir.


13 ve 14. yüzyıllarda Anadolu'da; Selçuklular, İlhanlılar, Bizans ve Trabzon Rum İmparatorluğu vardır. Selçukluların 1243 yılında Moğollarla yaptıkları Kösedağı Savaşı'nda yıkılması sonucu Anadolu'da birtakım beylikler kuruldu. Beylikler kendi aralarnıda savaşlara başladı. Osmanlı Beyliği diğer beylikleri ortadan kaldırarak gelişti, güçlendi. Bu siyasal mücadele 13 ve 14. yüzyılın kültür ve sanat ortamını da etkiledi.

Bu yüzyılda Türkistan'dan Anadolu'ya, Moğol akınlarıyla birlikte büyük bir göç dalgası yaşandı. Gelenler arasında Ahmet Yesevî kültürüyle yetişenler de vardı ve bunlar tasavvuf düşüncesini yaymaya çalıştı. Bu düşünce çerçevesinde Tasavvuf Edebiyatı oluştu. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Ahmet Fakih, Şeyyad Hamza, Sultan Veled gibi düşünür ve şairler eserler verdiler.

Bu yüzyıllarda dilimize Arapça ve Farsçadan; din, edebiyat, sanat ve bilim yoluyla pek çok sözcük ile bu dillere ait kurallar girmeye başladı. Arapça, Farsça bilenler ile bilmeyenler arasında, kültürel farklılaşmalar başladı. Bunun sonucu divan ve tasavvuf edebiyatları doğdu.

Halk edebiyatı alanında "Battalname, Danişmendname" gibi eski Türk destanları niteliğini sürdüren eserler yazıldı.
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder