11 Nisan 2017 Salı

Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı

Mehmed Âkif 1873’te Fattih’in Sarıgüzel mahallesinde doğdu.

Akif’in babası Temiz Tahir Efdendi, annesi ise Buharalı Emine Şerife Hanımdır.

Ailesinin ilk çocuğu olan Âkif’e  babası ebced  hesabı ile doğum yılına tarih düştüğü için Ragif adını verdi. Fakat bu isim pek kullanılmadığı için annesi ve arkadaşları tarafından Âkif diye çağrıldı. O da sonra  bu adı kabullendi.

Âkif dört yaşında  Emir Buhari  Mahalle Mektebine gönderildi ve ailede aldığı eğitim mekteple takviye edilerek terakkiye başladı. Babası Tahir Efendi, oğlunun tahsil ve terbiyesi ile bizzat meşgul oldu.

Mahalle Mektebini ve Fatih Merkez  Rüştiyesini bitiren Âkif’i  annesi medreseye göndermek istese de  babası bu bilgileri kendiside öğretebileceğinden, onun Mekteb-i Mülkiyenin İdadi kısmına gitmesini arzu etti. Buna rağmen Akif’i meslek ve mektep seçiminde serbest bırakınca , o da  zamanın gözde mektebi olan mülkiyeyi seçti. Bunun üzerine sevinen babası cebinde oğlunu idadiye yazdıracak parası olmamasına rağmen kaydını yaptırdı.

Burada da başarılı olan Akif, bunun yanında babasından aldığı Arapça derslerini oldukça ilerletti. Esat Dede isimli hocasından da Farsça dersleri almaya başladı.

Fakat bunlar Şark’a ait dillerdi ve bu asırda Garb’ı  bilmemek büyük ayıptı. Kendi kendine Fransızca öğrenmeye koyulan Akif dilden ve diğer derslerden de birinci duruma yükseldi.

Âkif bütün bunların yanında bir de güreş’e gidiyordu. Diğer yandan da çeşitli kitaplar okuyarak zaman geçiriyordu ve bu okuma zevki ona yeni bir yetenek kazandırdı:

ŞİİR!

Âkif şiir kitaplarıyla yetinemeyip şiir yazmaya başladı.

Mehmed Âkif Mülkiye Mektebinin idadi kısmını bitirdikten sonra, aynı okulun yüksek kısmına girdi. Gövdeleşmeden meyve verip dal budak salan ağaç gibi, bir çok sahada başarıyla ilerleme ve gelişme yoluna girdi.

Fakat bu, şartların bitişe zorladığı bir başlangıç oldu. Ferdi ve Cemiyeti saran felaketler zincirine yeni halkalar eklenirken, herkesin birşeylerini kaybettiği bu “felaket ve helaket” arasında Akif önce babasını kaybetti.

1889yıılı yazında Yakacık’ta kaldıkları zaman meydana gelen bu vefatı ailenin o zamana kadar tattığı acıların ilki değildi, ama en büyüğü idi. Bu acının üzerinden daha bir yıl geçmeden yegane mal varlıkları olan Sarıgüzel’deki ev  ve eşyaların tamamen yanması, aileyi büsbütün sefalete ve yalnızlığa itti.

Bu felaketten ailesini kurtarabilmek için Akif, Mülkiyeyi bıraktı. O zaman yeni açılan ve iş imkanı fazla olan Halkalı Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi.

Âkif’in bu yıllara yenik düşmesi gerekirken, Akif derslerinin yanında güreş, yüzme, yürüme, koşma, taş atma, ata binme gibi sporlarda da önemli başarılara imza attı.

Bütün bu başarılı çalışmalara hayatı boyunca devam eden Akif, Baytar Mektebini de birincilikle bitirdi.

Daha sonra sari hayvan hastalıkları işi üzerinde vazifeye başladı ve çeşitli bölgelerde görev yaptı. Bu arada, babasının doğum yeri olan İpek’e gitti ve amcalarıyla görüştü.

Mehmed Akif  memuriyete başladıktan sonra 1894 yılında Tophane-i Âmire veznedarı  Mehmed Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi ve bu izdivacın ilk yılında Cemile adlı bir çocukları oldu. Cemileden sonra, Feride ve Suadi daha sonrada İbrahim Nedim, Emin ve Tahiri adlı çocukları dünyaya gelen Akif Ailesi, hayatlarının başında tattıkları saadet ve mutluluğu, tevekkül ve samimiyetleri sayesinde hayatlarının sonuna kadar taşıyabilen nadir ailelerden biri durumuna geldiler.

Akif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yapmaya başladı. Daha sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde de dersler verdi.1908’de Darülfünun Umumi Edebiyat müderresliğine tayin edildi.

Felaketlerin gelmek için sıra beklemediği bu zamanda vatana ve Akif’in vicdanına en büyük darbe Arnavutluk İsyanı oldu.

Akif bu gibi felaketlerin ardından daha büyük hareketlerin doğacağını hissetti ve o ihanetler doğmadan milleti cesaretlendirip mukavemete hazırlamanın yollarını aradı.

Bu arada sadece  çağırmanın yetmeyeceğini bilen ve memleketi kurtaracak, milletin ümidini yeniden alevlendirecek davetsiz ve vazifesiz  gönül fedailerinin ortaya çıkması gerektiğine  inanan Akif, Ziraat Nezareti ve Darülfunundaki vazifelerinden istifa ederek şahsi ve acı ihtiyaçlarını unutup milletin ıztırabını dindirmeye koştu ve  söylediklerini ilk defa kendisi tatbik etmeye başladı.

Fakat bütün bu gayretler  felaketi önlemeye yetmedi. Balkanlarda gittikçe çoğalan kin ve husumet dolu azınlık ayaklanmaları, Batının himayesi ile savaş şeklini aldı ve binlerce insanı heder eden bir hüsranla bitti.

Akif, iman ve heyecanın terennümü olan onlarca şiir yazdı. Bu şiirler dilden dile, gönülden gönüle  yayıldıkça, vatanın her yerinde bir canlanma, milletin her ferdinde bir  kımıldama görüldü ve Balkan faciasının yaraları el birliği ile sarılmaya başladı.

Akif bu geçici sükunetten faydalanarak Mısır seyehatine çıktı. Mısırın eski harabelerini ve tarihi yerlerini gezdi. Özellikle  El-Uksur, çok dikkatini çekti ve               “El-Uksur’da” şiirini yazdı.Mısırdan Medineye geçen şairin bu seyahati iki ay kadar sürdü ve daha sonra İstanbul’a döndü.

Alman İmparatoru Vilhelm’in daveti üzerine oradaki Müslüman esirlerle görüşüp onları işrad etmek üzere  Akif’in Şeyh Salih Şerif  Tunusi ile yaptığı Almanya seyahati, teşkilatın bu çalışmalarını yerinde gerçekleştirmişti.

Mehmed Akif  1914 yılında Berlin’e  vardığı zaman kendisine büyük bir otelde geniş bir oda ayrıldı, fakat o burada kalmayı kabul etmedi ve tren istasyonu karşısındaki  üçüncü sınıf  bir otele yerleşirken de Almanyanın  tarihi boyunca  hiçbir ferdinde göremeyeceği bir fedakarlık ve fazilet örneği gösterdi.

Akif Almanya’da ilk iş olarak  İngilizlerle aynı safta bize karşı çarpışırken  esir düşen Müslümanlarla görüştü, onlara  Osmanlı Devletinin durumunu  anlattı; hilali kurtarmak gayesi ile savaşa sürüldüklerini söyleyerek pişmanlıklarını ifade etmeleri karşısında; “Bizim  en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün Müslüman aleminin başlıca müsabi bu afet. Onu yenmedikçe, hiçbir ciddi ve şerefli  netice elde edilemez. Bence  İslam’ın büyüklerinin yapacağı tek şey, birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyedi  içinde diyar diyar gezmek, işrad etmek...” diyerek memleket için yapılması gereken ilk ve en önemli çalışmayı belirtti.

Akif Almanya’dayken Çanakkale Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Başka cephelerde de savaşın şiddeti Çanakkale’dekinden az değildi, ama millet  bütün ümidini Çanakkale Savaşının neticesine bağlamıştı. Savaşın kazanılması Civan harbinin seyrini bizim  ve müttefiklerimizin lehine belki değiştirirdi.

Akif İngilizlerin dessas planları karşısında ümidini Çanakkale’ye bağladı

“Allah, Allah” sadeleri, namertlerin çelik namlularını  karton borular gibi buruşturup yerin dibine batırırcasına, alın terleri gibi tuzlu ve temiz boğazın sularına gömünce, heyecanla hep bu anı bekleyen Akif , “Demekki ölmüyoruz haydi arkadaş gidelim” diye haykırarak Almanya’dan öyle coşkun heyecanla döndü ki, Necid çölleri  bile onun, vatan toprağına en uzak köşelerine kadar gitmesini engelleyemedi.

Bu sırada Osmanlı Devleti ve İslam aleminde  ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve İslam’a  yapılacak hücumları cevaplandırmak için Darü’l-hikmeti’l İslamiye  Cemiyeti kuruldu. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman, Said Nursi gibi devrin  meşhur ve müntaz alimleri  bu cemiyete üye, Mehmed Akif’de  başkatip olarak tayin edildiler.

Bu, Akif’in  Ravza-i Mutahharadan getirdiği gül fidanlarının gönüllere  dikmesi için en güzel fırsattı. Bu maksatta hemen işe başladı, bir yandan içten ve dıştan  İslam’a yapılan  hücumlara  cevap vermeye çalışırken diğer  yandan Said Halim paşanın İslamlaşmak adlı eserini Fransızca’dan Türkçe’ye çevirdi.

Gönüllere ekilen bu iman ve fikir fidanlarının daha gün yüzü görmeden mütareke  kara bir kabus gibi bütün memleket ufuklarını kapatmıştı.

Akif, bu karanlık kaynaşmada, nazarını  yine  semaya çevirdi ve kutup yıldızına bakarak yönünü tayin edercesine  Anadolu’da başlayacak bir mukavemete katılmaya karar verdi.

Bu sırada İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ve katliamlara girişilmesi üzerine  Ayvalık ve  Karesi tarafından başlayan milli mücadele hareketi, gönüllere çekilen ümit ışığını alevlendirmiş ve adeta Anadolu ayağa kalkmıştı.

Bu hareket üzerine Mehmet Akif hemen Balıkesir’e giderek Zağnos Paşa camiinde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Bu hutbeye halkın beklenenden çok ilgi göstermesi üzerine daha birçok yerde konuşmalar yapıp, hutbeler vererek heyecanına istikamet verdi ve daha sonra İstanbul’a döndü.

Akif’in bilhassa Balıkesir’de yaptığı konuşmalar, dikkatleri üzerine çekince İstanbul da rahat hareket etme şansı kalmamıştı. Bunun üzerine Anadolu’da başlayan Milli Mücadeleye katılmaya karar verdi.

Akif Ankara’ya varır varmaz, Konya isyanına katılıp halkı teskin etmekle görevlendirildi. Bunun üzerine hemen Konya’ya gidip  azami gayret göstererek onları iknaya çalıştı ise de kesin bir netice alamadı.

Akif, imanın sesini basınla duyurmak için Kastamonu’ya geldi ve Eşref Ediple beraber Sebilürreşab gazetesini orada çıkarmaya başladı. Bunun yanında  Nasrullah Camiinde verdiği vaazlarda başlattığı  ateşli ve heyecanlı duygularıyla halkı düşmana mukavemete teşvik etti.

Böylece Antep “Gazi” oldu, Maraş “kahraman”lıklar kazandı, Urfa “şan”ını korudu ve bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini, namusunu korumak için and içti.

Sebülürreşad’ın yaydığı yoğun duygu  vatanı aşıp en uzak mesafelere imanı  inşirahlar meydana getirince, Rusya, hak ve hürriyetlerini gasbettiği, fakat imanını söndürmediği, milyonlarca Türk’ün uyanmasından korkarak sebülürreşad’ın ülkesine girmesini  yasakladı.

Bu ses böylece millete  ve alem-i İslam’a mal olunca, Mehmed Akif Eşref Edip Ankara’ya gelip, bir işrad ve iman yuvası  olan Taceddin Dergahına yerleştiler.

Mehmed Akif  önce İzmit ve Biga’dan mebus seçilmesine rağmen, daha sonra Burdurluların isteği üzerine  Burdur  Listesine alındı. Fakat bir emirvaki neticesi mebus almamak için Burdur’a gidip kendisini mebus seçenlerle görüştü,  onların tensibini aldıktan sonra, bir yandan mecliste  Burdur mebusu olarak vazife yaparken diğer yandan da neşriyat ve işrad hizmetine devam etti.

Mehmed Akif yayından fırlamış ok gibi Ankara’ya doğru koşunca sustu bülbül. Çünkü bu gidişin Vatan kurtulmadan durmayacağını ve muhakkak vatanını kurtaracağını çok iyi biliyordu.

Fakat Akif  Ankara’ya geldiğinde şehri karamsar bir kaynaşma  içinde buldu. Yunan Ordusunun Ankara’ya doğru ilerlemesi karşısına, başta Mustafa Kemal olmak üzere  birçok devlet büyüğü  meclisi Kayseri’ye taşımaya karar vermiş ve mühim bir kısım evrak gönderilmişti bile.

Fakat Akif, Kayseri’ye taşınmanın bir dağılma  olacağını ve tekrar toplanmanın güçleşeceğini düşünüyordu. Bu yüzden karara  karşı çıktı. Meclisin  Ankara’da kalmasını Sakarya’da yeni bir müdafa hattı  kurulup düşmanın  orada karşılanmasını teklif etti. Teklifi görüşülüp benimsendi ve Akif’in  imanlı sesi bir taahhütname gibi Ankara’dan  vatan safhına dağıldı.

“Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz.”

Akif’in söylediği gerçekleşiyor, “şenaet ve denaet” ordusunu bütün Cihan desteklemesine rağmen cephe sarsılmıyor ve gönüllerdeki ümit ve iman ışığı gün geçtikçe  güçlenerek istiklal şafağını söktürmeye hazırlanıyordu.

Bunun için şafak rengi ile dalgalanacak bayrağa ses ve nefes olacak bir marşa ihtiyaç  duyuluyordu. Bu gaye ile Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekaleti) bir yarışma açmış, fakat yarışmaya katılan 724 şiirde İstiklal duygusu  hissedilmesine rağmen, milletin müşterek iman ve heyecanının terennümü temin edilmemişti. Mehmed Akif 500 lira mükafat konulduğu için  bu yarışmaya katılmamıştı. Mecliste ise en güzel  Marşı ancak Mehmed Akif’in yazabileceğine dair ortak bir kanaat vardı. Bunun için Zamnın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi,

“Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklal Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler  vardır. Zat-ı üstadanelerinin  matlüb şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asıl endişemizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.” Şekillerindeki bir yazı ile Akif’e bir müracaatta bulunarak onun yarışmaya katılmasını sağladı.

Elinde ufacık bir kağıdı tefekküre daldı. Ara sıra bir kelime yazdı, bazen yazdığını çizdi, sonra tekrar yazdı. Saatlerce düşünerek, nihayet milletin imanını ve heyecanını dile getirdiği marşı bitirdi; vatanın, milletin ve dinin bekçisi olan “kahraman ordumuza” ithaf ve millete armağan etti.

Bu kudsi armağan Akif’in İstiklal marşı yazdığını duyup “Biz onun yanında müsabakaya girmeyiz.” Diyerek yarışma için verdikleri şiirleri  geri alan şair ve mebusların da oyları ve gönülden iştirakleri neticesinde, 12 mart 1337 Cumartesi günü saat 17:45’te milletvekilleri tarafından  dört defa ayakta dinlenip alkışlanarak ittifakla kabul edildi.

Nihayet bu heyecan, ıztırap, savaş,  ümit ve zafer dolu yılardan sonra İstiklal Savaşının  İstiklal Marşı Şairi Mehmed Akif, beraberinde bir istiklal madalyası  ve bir mavzer tüfeği ile 1923’te Ankara’dan  İstanbul’a döndü.

Mehmed Akif’in  İstanbul’a dönüşü  aslında yeni bir gidişin başlangıcı idi. Akif daha sonra da Abbas Halim Paşanın daveti üzerine  kışıı geçirmek için  Mısır’a gitti.

Bu sırada akif Elmalı Hamdi Efendinin yazacağı meal’i tercüme etmek için Diyanet İşleri Bakanlığı ile bir anlaşma imzaladı.

Daha sonra Akif tekrar Mısır’a gitti ve kış boyu çalışmalarına devam etti. Döndüğünde memlekette ilk devrim hareketleri başlatılmış Cumhuriyet dinsel baskılardan  tamamen kopartılmaya çalışılıyordu. Bu teşebbüsler üzerine  1926 kışında  tekrar Mısır’a giden Akif, Kahire yakınlarındaki  Hilvan’a yerleşip İstanbul’a dönmeyerek çalışmalarına devam etti.

Mısır’ın  sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden Akif, bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya  tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan’a, İskenderiye  ve Antakya’ya giderek dinlendi.

Akif’in hastalığı gün geçtikçe daha çok artıyordu. Akif hastalığının artmasıyla memleketten uzak yerde ölmekten korkup vatanına geri döndü. Akif geldiği gibi sağlık yurduna yatırılıp tedavisine başlandı.

Akif  hayatının son zamnlarıns-da Prens Halim Paşanın Alemdağ’daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının gayesi olan eserlerini (İkinci Asım, İstiklal savaşı, Selahaddin Eyyubi piyesi, Peygamberimizin veda hutbesi) bitirmetyi azmetti.

Fakat halden anlamayan bu sari illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca Alemdağ’da kalamaz oldu ve kendisini kaderin tecellisine bıraktı. Fakat mesrurdu. Çünkü Mısırdan döndüğü gün peygamberimizin yaşında ölmeyi dua etmişti.

Bu makbul dua aynı yıl  tecelli  etmiş olmalı ki. Mehmed Akif  27 Aralık 1936 yılında  63 yaşında iken vefat etti.

Devrin hükümeti ve onun keyfine kendisini mahkum eden bir kısım güdümlü basın, Akif’in, uzun bir  firaktan  sonra önce vatana, sonra da ebedi aleme  visaline  ilgi göstermediğinden, resmi, cenaze merasimi yapılmadı, ama hiçbir davet ve teşvik görmeden  gönlünün sesine uyarak  gelen yüz binlerce  vatan evladı Beyazıd meydanını doldurdu.

Muhteşem bir namazdan sonra çoğu üniversiteli olan  gençler  bayrağa ve kabe örtüsüne sarılı olan tabutu adeta parmakları üzerinde taşıyarak Edirnekapı Mezarlığına götürdüler. Okunan Kur’an ve ilahilerden sonra hep bir ağızdan istiklal marşını söyleyerek defnettiler.

Akif, “fetihten beri  şehrin toprağına  kendi eseri ile gömülen” ilk vatan evladı idi.

10 Nisan 2017 Pazartesi

İstiklal Marşı ve Açıklaması

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Bu kıtada Mehmet Akif Türk Milletine sesleniyor.

Ümit ve güven içeren sözleriyle:

"Ey Millet' im! Yurdumuzun düşmanlar tarafından kuşatılmış olmasına bakarak bayrağımız için endişe etme, korkma. Çünkü bu topraklar üzerindeki en son ocak sönmeden, en son Türk bu uğurda canını vermeden bayrağımıza kimse el uzatamaz.

Rengini şehitlerimizin kanından alan ve şafaklarda da bir alev gibi dalgalanan bayrağımın, milletimin yıldızı ve bağımsızlık sembolüdür. Gökteki yıldıza el sürülmediği gibi, milletimin yıldızı olan bayrağıma da düşmanlar dokunamaz. O, Türk milletinindir ve daima öyle kalacaktır.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey şanlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk' a tapan milletimin istiklal!

Bu dörtlükte şair bayrağımıza sesleniyor;

"Uğruna canımı vereyim, ne olur kaşlarını çatma. Ey hilal kaşlı güzel bayrağı Neden bize dargın azarlar gibi bakıyorsun? Seni o nazlı nazlı dalgalandığın göklerimizden indirmelerine izin vereceğimizi mi sandın? Kahraman milletim hür yaşamak ve seni hür yaşatmak için çok kan döktü, şu anda da dökmektedir. Sen bize kaş çatarak, uğrunda yapılan bu fedakarlıkları hiçe sayarsan, dökülen kanlarımız sana helal olmaz. Doğruluk ve adalet için çalışan, Allah' a inanarak ona kulluk eden, istiklali uğruna canını veren milletimin hakkı bağımsızlıktır, hürriyettir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Mehmet Akif bu kıtada hürriyet kavramını işliyor. "Ben" kelimesi ile Türk milletinin kastediyor ve;

"Ben yaratıldığı günden beri hür yaşamış. Beni esir edeceğini düşünenler ancak aklını kaçırmış olanlardır. Onların bu çılgınca düşüncelerine şaşarım. Çünkü ben şimdiye kadar hiç esir olmadım. Hürriyetimi elimden almak isteyen olursa kükremiş bir sel gibi coşar, önüme çıkan engelleri çiğner geçerim. Bu uğurda dağları parçalar, uçsuz bucaksız denizlere bile sığmam, yine taşarım.( Mehmet Akif, son mısrada "Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım " sözleri ile "Ergenekon Destanı' nı" anlatıyor ve hatırlatıyor. )

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhattim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu kıtada Mehmet Akif sömürgeci, saldırgan batıya çatmakta, medeniyet adı altındaki saldırgan tutumunu kınamaktadır:"Batı ordularının en modern silahlarla, tank ve toplarla, tıpkı çelikten bir duvar gibi üzerimize yürümesi bizim için önemli değildir.Türk Milleti' nin öyle bir iman gücü, şehitlik inancı var ki o imanlı göğüslerin her biri bir kale gibidir. Bu imanlı göğüsler karşısında en modern silahlar etkisiz kalır, hepsi yok olur, parçalanır.

Onların homurtuları. Ulumaları da seni korkutmasın. Medeniyet maskesi takarak etrafa saldıran, zayıfları ezen ve sömüren bir canavar, bizim imanlı göğsümüze en ufak bir korku veremez. Zaten "Medeniyet" adı altında yapılan bu vahşiliklerden sonra onun gerçek canavar yüzü ortaya çıkmıştır. O canavarında tek dişi kalmıştır, bize asla zarar veremez."Arkadaş! Yurdumu alçaklara uğratma, sakın.Siper et gövdeni, dursun bu hayatsızca akın.

Doğacaktır sana va' dettiğin günler hakk' ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bu kıtada Mehmet Akif Türk Milleti' ne, onun kahraman askerlerine ümit ve karanlık aşılıyor ve:"Arkadaş! Alçakların yurduma girmesine kesinlikle izin verme! Yurduna saldıran düşmana gövdeni siper et! Onlarla ölünceye kadar savaş! Onların utanmazca saldırılarına karşı dur!Cenab-ı Hak mutlaka sana yardım edecektir. Çünkü Allah, sabreden ve korkmadan hak yolunda savaşan mü' minlere zafer vereceğini Kur-an' ı Kerimde vad etmiştir.Allah, bu yardımı belki yarın, belki yarından da kısa zamanda ortaya çıkacaktır ve düşman perişan edilecektir.( Nitekim Türk Milleti' nin iman gücü ve Allah' ın yardımı ile kat kat fazla asker ve silah gücüne sahip düşman orduları balta ve tüfeklerle mağlup ve perişan edilmiştir. )

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

6.kıtada kutsal vatan ve vatan toprağı ele alınmaktadır, Mehmet Akif gençlere, üzerinde yaşadıkları toprakların değerini ve özelliğini iyi bilmeleri gerektiğini anlatmaktadır. "Bastığın yerleri"toprak!" diyerek geçme! Geçmişi iyi öğren! Çünkü bu vatan, toprakları uğruna şehit düşenlerin kefensiz olarak gömüldükleri, her karışında bir şehit kanı olan kutsal topraklardır. Sen ki; dini, vatanı uğruna canını alan şehid' lik mertebesine ulaşmış bir babanın oğlusun. Vatanı' na gereken değeri vermez, onu atalarının koruduğu gibi korumazsan ataların incinir, üzülür. Bu cennet vatanı her ne pahasına olursa olsun korumalı, dünyaları da alsan bu yurdun bir karış toprağını bile vermemelisin.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

İstiklal Marşı' nın 7.kıtasındaki Mehmet Akif vatan sevgisini,vatan toprağının özelliğini ve Türk vatanı' nın yüceliğini, şöyle anlatmaktadır:

"Bu cennet vatan uğruna canını vermek için hazır bekliyor.Şimdiye kadar bu uğurda o kadar çok yiğit canını verdi ki; bir karış toprakta bir şehit yatmaktadır. Toprağı sıkan, şehitlerin kanı fışkıracak kadar çok şehit verilmiştir. Allah canımı, canım kadar sevdiğim şeyleri, bütün varımı, yoğumu alsın; yeter ki beni bu vatanımdan ayrı ve uzak bırakmasın."

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

8.kıtada Mehmet Akif, dini ve vatan uğruna şehit olanların ruhlarına tercüman olmakta, onların:

"-Yüce Allah' ım! ruhumun senden dileği şudur:

Uğruna canımızı verdiğimiz yurdumuza düşmanlar girmesin, camilerime yabancılar el sürmesin! Bu mabetlerde okunan ezanlardaki şahadetler ki:

"Eşhedü enla ilahe illallah,
Eşheddü enne Muhammeden Resulallah"

Kelimeleri Türk Milleti' nin Müslümanlığını ve bağımsızlığını ilk şartı ve temelidir.

Hürriyetin sembolü olan bu ezanlar yurdumun her köşesinde okunsun.

Milletim kıyamete kadar hür yaşasın."
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır Ruh-ı mücerret gibi yerden na' şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

O zaman ( camilere düşman ayağının basmadığı, ezan seslerinin yurdun her köşesinde duyulduğu zaman )yer yüzünde bir mezar taşım varsa, sevinci ve mutluluktan mezar taşım bile coşkunlukla secdeye kapanacaktır.

Milletim hür olduğunu görmenin ve şehitlik makamına ermenin kıvancı ile sevinç göz yaşlarım, savaşta aldığım yaralardan boşanır.

Cesedim, cisimsiz bir ruh gibi göğe yükselerek, başım göğün en yüksek katı olan Arş' a kadar yükselir.( Allah yolunda öldürülmüş olanlar için "ölüler" demeyin. Bil' akis anlar diriler. fakat siz iyice anlayamazsınız. )El bakara süresi Ayet: s-155

Dalgalan sende şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk' a tapan, milletimin istiklal!

Büyük vatan şairi Mehmet Akif İstiklal Marşı' nın son kıtasında tekrar şanlı bayrağımıza hitap etmekte ve:

"Şanlı Bayrağım! Sen de artık şafaklar gibi al rengiyle, göklerimde hür ve mesut olarak dalgalan. Sabah şafağının ardından görülen aydınlık gibi, Türk milleti de bu sıkıntılı ve karanlık günlerden sonra aydınlığa kavuşacaktır.

Uğruna dökülen kanlarımızın hepsi sana helal olsun.

Artık Türk Milleti' nin yok olması, dağılması diye bir şey ebediyen söz konusu olamaz.Çünkü; daima hür yaşamış olan, daima tek olan Allah' a inanan ve ona kulluk eden, daima vatanı uğruna çalışan ve çarpışan milletimin hürriyet ve istiklal her zaman haklıdır."

İSTİKLAL MARŞI

Türkiye Cumhuriyeti' nin marşı.

Türkiye' de, ulusal marş yazılması önerisi, önce 1920 yılında İsmet Paşa' dan (İnönü) geldi. Maarif Vekaletinde bu öneriyi dikkate alarak bir yarışma düzenledi. O günlerde Türk Kurtuluş savaşı en heyecanlı günlerini yaşıyordu; toplumda ulusal bilinci pekiştirecek, ulusçuluk duygusunu daha da canlı kılacak bir marşa gereksinme duyuluyordu. Yarışmada ayrıca güfteyi yazacak olana 500TL, besteyi yazacak olana 1.000TL. ödül vereceği duyuruldu. Yarışmaya katılan 724 şiirden hiçbiri başarılı bulunmadı. Mehmet Akif Ersoy, böyle bir ödülden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmamıştı. Dönemin Maarif Vekil Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ,Mehmet Akif' e Mektup yazıp, kendisi için sakıncalı gördüğü konularda güvence verdikten sonra Mehmet Akif, 48 saat gibi kısa bir sürede marşın güftesini yazıp imzasız olarak Maali Vekaline gönderdi. T.B.M.M' nin 1 Mart 1921 tarihli toplantısında okunan bu şiir, 12 Mart 1921 tarihli toplantıda da ulusal marş olarak kabul edildi. Mehmet Akif İstiklal Marşı için "Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnızca gördüğümü yazdım." demiş ve bu şiiri Safahat adlı şiir kitabına almamıştır.

Bu şiirin marş biçiminde bestelenmesi içinde bir yarışma açıldı ve yarışmaya aralarında Ali Rifat Çağatay, Hüseyin Saadettin Arel, Lemi Atlı, Mehmet Baha (Pars), Rauf Yekta, Sadettin Kaynak, Zekıi Üngör'ün de bulunduğu besteciler katıldı. Ancak savaşın şiddetlenmesi üzerine kesin bir seçme yapılamadı; marşın farklı bestelerle okunması birtakım sakıncalar yarattığı için, 1924'te Maarif Vekaletinde oluşturulan bir kurul tarafından Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi resmen kabul edildi, marş bu beste ile 1930 yılına kadar çalınıp söylendi.

1930' da yeni bir emirle Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör tarafından yeniden bestelenen marşın, armonik düzenlenmesi Edgar Manas, bando düzenlemesi de İhsan Servet Künçer tarafından yapıldı.

İstiklal Marşı, 41 diziden oluşur; dokuz bölüm dörtlük, 10 bölümse beşliktir. Aruzun "feilatün (failatün) /feilatün /feilatün /feilün (fa' lün)" kalıbıyla yazılan şiirde uyaklar tamdır ve her bölüm kendi içinde belirleyici bir uyak izlemektedir. Türk Kurtuluş Savaşı' nın en çetin günlerinde yazılan bu marşta Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı' na tanık olan bir ozanın duyarlığı aktarmıştır: Tarih boyunca özgür ve bağımsız yaşayan Türk Ulusunun, kutsal değerlerinden olan bayrağına, yurduna, kültür ve tarih mirasına yönelik sömürgeci eylemler karşısında takındığı (ve takınması gereken) tavrı azimli, inançlı ve gür bir sesle adeta haykırmaktır. Türk Ulusu, tarih boyunca özgür ve bağımsız yaşamıştır, bundan sonra da sonsuza değin özgür ve bağımsız yaşama hakkına sahiptir. İlk iki dörtlüğü, bütün resmi törenlerde çalınıp söylenmekte olan İstiklal Marşı, bayrak gibi Türk Ulusunun simgesidir.

MEHMET AKİF ERSOY

Türk ozanı (İstanbul, 1873-İstanbul, 1936)

Dört yaşındayken, Fatih’ te, Emir Buhari Mahalle Mektebi’ nde öğrenime başlayan Mehmet Aki Ersoy, Fatih Medresesi müderrisinden olan babası Mehmet Tahir Efendi’den arapça, Fatih Camisi başimamından din dersleri aldı; daha sonra Farsça öğrendi; bir yandan da Fransızca çalıştı. Fatih Merkez Rüştiyesinden sonra, Mülkiye Okulu’ nun lise bölümünü bitirdi; yüksek bölüme geçmişken babasının ölümü ve evlerinin yanması üstüne, yatılı öğrenci olarak Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’ ne girdi. 1893’ te müfettiş yardımcısı olarak Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ da dört yıl görev yaptıktan sonra, 1906’ da Halkalı Ziraat Mektebi’ nde öğretmenliğe başladı; 1908’ de Darülfünün Edebiyat Umumiye Müderrisliği’ ne atandı. Darülfunun’ daki şiirle uğraşmasını kolaylaştırdı. Sıratı Müstakim dergisinde yazdığı “Küfe” ve “Seyfi Baba” gibi şiirlerde ününü yaygınlaştırdı. Genellikle, İstanbul halkının yoksul bölümünden edindiği izlenimlere yer verdiği bu şiirlerini, 1911’ de yayınlanan safahat adlı yapıtında toplandı. O dönemde, İttihat ve
Terraki Partisiyle de ilişki kurdu; parti içi kuruluşlarda Arapça dersleri verdi; İstanbul’ un büyük camilerinde İslam birliğini savunan konuşmalar yaptı. 1913’ te Baytar Genel Müdürlüğü’ ndeki görevinden ayrılıp, 1914’ de Teşkilatı Mahsusa görevlisi olarak, önce Almanya’ ya sonra Arabistan’ a gönderildi. Arapların çöküşünü görerek düş, kırıklığına uğradı.

1920’ de işgal altındaki Anadolu’ya geçip, bağımsızlığını kazanacak bir Türkiye aracılığıyla İslam birliğinin kurulacağı umuduna kapıldı. Burdur milletvekili olarak meclise girdi. Ümmet birliğinden çok ulus birliğine değer vererek yazdığı İstiklal Marşı şiirinin, 1921’ de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nde ulusal marş olması kabul görüldü. 1923’ ten başlayarak, her yıl kış aylarını geçirmek için gittiği Mısır’ a 1926’ da kesin olarak yerleşti. Karaciğerinden hastalanarak, 1936’ da yurda döndükten bir kaç ay sonra öldü.

VATAN AŞKI

Mehmet Akif Ersoy; dinine ve milletine oldukça bağlı bir Türk şairimizdir. Hayatını dinine adamış ve milletini canından çok sevmesi çok gurur verici. Bence bütün Türkler dini ve milleti için bir şeyler yapmalıdır. Mehmet Akif Ersoy bu sevgisini şiirler yazarak, okullarda ve camilerde hocalık yaparak göstermiştir. Kendiside halktan olduğu için şiirlerinde onlardan bahsetmesi çok güzel bir olay. İstiklal Marşı onun için ve milletimiz için çok önemli ve değerli bir marştır. İstiklal Marşı’ nda milleti anlatması onun içinde bulunduğu vaziyeti söylemesi, Türkiye’ yi nasıl koruyacağımızı ve ona nasıl sahip çıkacağımızı yazarak bize yol göstermiştir.

Atatürkün ilke ve inkılapları

CUMHURİYETÇİLİK

Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.

Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir. Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik
Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.

Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.

Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.

Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir".

Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.

Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.

Atatürk'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". Atatürk, demokrasinin Osmanlı Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılâbının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır.

Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

MİLLİYETÇİLİK

Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?

Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da,
Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.

Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir.

Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.

Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır".

Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".

Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".

Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.

Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve dolayısiyle milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.

Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felâketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı.

Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.

Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.

Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.

Atatürk'ün Milliyetçilikle İlgili Bazı Sözleri

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923)

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923)

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920)

HALKÇILIK

Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hem cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır.

Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır.

Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.

Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir.Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.

Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.

Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.

Atatürk'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri

İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)

Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir. (1923)

LAİKLİK

Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.

Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır. Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.

Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.

Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.

İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.

Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır. Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.

Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?"

"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".

Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.

Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu herşeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir. Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.

Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.

Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.

Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930)

Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930)

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)

DEVLETÇİLİK

XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:

Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.

Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.

Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.

Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz. Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.

Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.

Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır. İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir karga şa geldi. Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.

Atatürk'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)

Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937)

İNKILÂPÇILIK

İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk Milleti de tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.

Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı. Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar yapılmıştır. Atatürk'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp, modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.

Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara erişmek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir? Atatürk'e göre, "gerçek inkılâpçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler".

Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur. Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. Atatürk bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır". Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılâpçılık Türk Milletinin geleceği olmalıdır.

Atatürk'ün İnkılâpçılık ile İlgili Bazı Sözleri

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)

Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)

Atatürkçülük ve Diğer İdeolojiler

Kemalizm, bir çağdaşlaşma-modernleşme” ideolojisidir. Kemalist devrim ve ideolojisinin hedefi; Türk toplumunu her alanda, akılcı ve bilimci bir metodla “Çağdaş, modern bir toplum” haline getirmektir. Nitekim Türkiye gibi gelişme yolundaki ülkelerin en yaygın ideolojilerinin “Modernleştirici Milliyetçilik” olduğunu söyleyen ve Kemalizm’i bu modernleştirici milliyetçilik ideolojisinin ilk uygulaması olarak kabul eden ünlü siyaset bilimcileri vardır.

Günümüzde modernleşme; Sosyalizm, Komünizm ve Faşizm gibi katı ideolojilerden farklı, esnek ve yumuşak bir ideoloji olarak kabul edilmekte ve bu ideolojinin laiklik, gerçekçilik, akılcılık ve milliyetçilik gibi ilkelere dayandığı vurgulanmaktadır. İşte biz de, “Kemalizm, millî hakimiyet prensibine dayalı bir demokratik-ekonomik  kalkınma ve modernleşme ideolojisidir.” diyoruz.

Kemalist ideolojinin en önemli özelliği, “Akılcı ve bilimci bir davranış ve zihniyeti yansıtmasıdır.

Kemalizm katı bir doktrin değildir. Kemalizm, hareket ve dinamizmi önlediği gerekçesiyle çağın Marksizm-Leninizm, Faşizm, Nasyonal Sosyalizm gibi katı ve totaliter doktrinlere karşıdır. Kemalizm, sürekli çağdaşlık ve ilericilik demektir.

Çağımızdaki siyasal ideolojileri “totaliter” ve demokratik” olmak üzere ikiye ayırmak âdet olmuştur. Marksizm-Leninizm” solun, Nasyonal-Sosyalizm” ve Faşizm ise, sağın hoşgörüsüz ve totaliter ideolojileridir. Kemalizm ise akıl ve gözlemin bulgularına dayalı, demokratik ideolojiler arasında yer almaktadır.

Mustafa Kemal 1920 ve 1930’ların Komünist ve Faşist doktrin ve uygulamalarını görmüş ve fakat bunları reddetmiş bir liderdir. Mustafa Kemal’i kendinden önce gelmiş reformculardan ayıran nokta; Tanzimat hareketi gibi sadece kanun ve yönetim alanında kalmayıp, bütün hayatı içine alan bir değişiklik istemesiydi. Atatürk katı bir parti programı içinde doktrin oluşturmak yerine, bu işi akıl ve bilimin önderliği altında Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre oluşturma yolunu seçmiştir.

Kemalizm bir “çağdaşlaşma-modernleşme” ideolojisidir. Paul Sigmund adlı araştırmacı, gelişme yolundaki ülkelerin en yaygın ideolojilerinin “Çağdaşlaştırıcı Milliyetçilik” olduğunu yazmakta ve millî bir kalkınma ve endüstrileşme ideolojisi olan bu doktrinin, toplumu sınıflara ayıran ve katı bir yönetim sergileyen Marks ideolojisinden çok Atatürk ideolojisine benzediğini yazmaktadır.

Millî bir ideoloji olan Kemalizm, herhangi bir yabancı siyâsî ideoloji ile açıklanamaz.

Kemalizm,  kişilere ve sosyal gruplara geniş hürriyet tanımakla beraber, diktacı uçlara yer vermeyen bir hürriyet düzenini kabul etmiştir. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmelere uygun olarak, aşırı sağcı ve aşırı solcu sistemlerin, Faşizm’in ve Komünizm’in savunucularına demokratik haklardan tam olarak yararlanma hakkını yani “hürriyeti yok etme” hürriyetini de tanımamıştır.

Kemalizm milletimizi sadece yapılmış bir saldırıdan kurtarmak için değil, aynı zamanda ona her zaman hür yaşama fikir ve kabiliyetini geliştirme imkanlarını sağlamak uğruna Mustafa Kemal’in önderliğinde yapılmış bir harekettir.

Kısaca Kemalizm’in “millî hakimiyet prensibine dayalı demokratik bir ideoloji olduğu ortadadır.

Mustafa Kemal Atatürk

On a day of 1881, a male child was born in a pink house located at the district of Ahmet Subaşı, city of Salonika, which is inside Greek boundaries today.

Father Ali Rıza whispered the name of the child to his ear. "MUSTAFA."
     
Before Mustafa ,Zübeyde Hanım and Ali Rıza Bey had three children named Fatma,Ömer and Ahmet. When Mustafa was born none of those children were alive.

Mother Zübeyde Hanım was a pretty Turkmen woman strictly devoted to religious beliefs.The ancestors of Zübeyde Hanım were known as a branch of Turkmen tribe. They immigrated from Anatolia to Rumelia during the conquest of Rumelia by the Ottomans and settled in Sarıgöl subdistrict located west of the Vodina district in west Makedonia. It is thought that this tribe came there from Konya or Aydın provinces of Anatolia.
     
Father Ali Rıza was a resident of Salonika and his father was Ahmet Efendi .His uncle Hafız Ahmet Efendi, a teacher in the district school, was nicknamed as "Red Hafız Efendi" because of his red beard.

At the time, Father Ali Rıza was working as a customs officer. Later, he quit and established a partnership with a timber trader Cafer Efendi. He was also involved with brine trading for some time. Ali Rıza passed away at the young age of 47. What were left from Ali Rıza Bey to Zübeyde was two mecidiyes (40 kuruş) widow salary,7 year old Mustafa and his sister Makbule.

First enrolled in a traditional religious school, Mustafa soon switched to a modern one. After a short time(1893) Mustafa Kemal enrolled to military middle school, he provided acceptance of himself to his friends and teacher. He was clever, hard working and dignifed. Especially, in the field of Mathematics he was unique. All of his teacher were appreciating him. He had a special positon from view of his Mathematics teacher. Lietunant Commander amazed with his student's abilities, characher and diligence. One day, Lietunant Commander teacher Mustafa spoke to Mustafa quoting. His mathematics teacher said  “My son, we both have the same name. As, there should be a difference, let your name Mustafa Kemal, from now on”. After his father died left the school and he went tolive with their uncle.

In 1905, Mustafa Kemal graduated from the War Academy in Istanbul with the rank of Staff Captain. Posted in Damascus, he started with several colleagues, a clandestine society called "Homeland and Freedom" to fight against the Sultan's despotism. In 1908 he helped the group of officers who toppled the Sultan. Mustafa Kemal's career flourished as he won his heroism in the far corners of the Ottoman Empire, including Albania and Tripoli. He also briefly served as a staff officer in Salonica and Istanbul and as a military attache in Sofia.

In 1915, when Dardanelles campaign was launched, Colonel Mustafa Kemal became a national hero by winning successive victories and finally repelling the invaders. Promoted to general in 1916, at age 35, he liberated two major provinces in eastern Turkey that year. In the next two years, he served as commander of several Ottoman armies in Palestine, Aleppo, and elsewhere, achieving another major victory by stopping the enemy advance at Aleppo.

On May 19, 1919, Mustafa Kemal Pasha landed in the Black Sea port of Samsun to start the War of Independence. In defiance of the Sultan's government, he rallied a liberation army in Anatolia and convened the Congress of Erzurum and Sivas which established the basis for the new national effort under his leadership. On April 23, 1920, the Grand National Assembly was inaugurated. Mustafa Kemal Pasha was elected to its Presidency.

Fighting on many fronts, he led his forces to victory against rebels and invading armies. Following the Turkish triumph at the two major battles at Inonu in Western Turkey, the Grand National Assembly conferred on Mustafa Kemal Pasha the title of Commander-in-Chief with the rank of Marshal. At the end of August 1922, the Turkish armies won their ultimate victory. Within a few weeks, the Turkish mainland was completely liberated, the armistice signed, and the rule of the Ottoman dynasty abolished.

In July 1923, the national government signed the Lausanne Treaty with Great Britain, France, Greece, Italy, and others. In mid-October, Ankara became the capital of the new Turkish State. On October 29, the Republic was proclaimed and Mustafa Kemal Pasha was unanimously elected President of the Republic.

Atatürk married Latife Usakligil in early 1923. The marriage ended in divorce in 1925.

The account of Atatürk's fifteen year Presidency is a saga of dramatic modernization. With indefatigable determination, he created a new political and legal system, abolished the Caliphate and made both government and education secular, gave equal rights to women, changed the alphabet and the attire, and advanced the arts and the sciences, agriculture and industry.

In 1934, when the surname law was adopted, the national parliament gave him the name "Atatürk" (Father of the Turks).

He died at 9.05 on November 10, 1938, following an illness of a few months, the national liberator and the Father of modern Turkey died. But his legacy to his people and to the world endures.

Atatürk's body was re-interred in Anıtkabir splendid mausoleum in 1953.

Dünyanın Yedi Harikası



GİZA PİRAMİTLERİ



YER

Giza şehrinde eski memphis’in nekropolisi ve büyük Kahire’nin bir parçası.


TARİH

Yaygın inanışın aksine 3 büyük piramidin hepsi değil, Keops’un büyük piramidi harikalar listesinin başında yer alır.Tarihi yapı milattan önce 2560 yılı civarında 4. hanedana mensup mısır firavunu Khufu tarafından öldüğünde mezar görevini yerine getirmesi için inşa edilmiştir.Piramit inşa etme geleneği eski mısırda krallık mezarını kaplamak için platform yada mastaba karmaşıklığı olarak başlamıştır.Sonraları düzenli olarak istiflenmiş çeşitli mastabalar kullanıldı.Ünlü mısır mimarı İmhotep tarafından yapılan kral Zoser’in piramidi gibi ilk piramitler bu bağıntıyı örnekleyerek açıklar.
Büyük piramidin 20 yıllık bir periyot içinde inşa edildiğine inanılıyor.İlk önce yerleşim yeri hazırlandı ve taş bloklar yerleştirildi.Bir dış muhafaza yüzeyin pürüzlerini gidermek için kullanıldı.Blokların nasıl yerleştirildiği bilinmemesine rağmen çeşitli teoriler öne sürüldü.Bir teori inşa devam ettiği sürece yükseltilmiş düz veya spiral bir eğik düzlemin yapımıyla ilgilenir.Çamur ve suyla kaplanan bu eğik düzlem itilen taşların yerine geçmesini kolaylaştırır.İkinci teori blokların küçük köşeli tabanlı bir kaldıracın kullanılmasıyla yerleştirildiğini iddia eder.
Tarih boyunca Giza’nın Piramitleri insan hayalini harekete geçirmiştir.Onlar “Doseph’in tahıl ambarı” ve “Phorooh’un dağları” diye bahsedildiler.Napolyon Mısır’ı 1798’de işgal ettiğinde onun gururu şu alıntıyla dile getirildi: “Askerler! Bu piramitlerin tepesinden 40 yüzyıl bize bakıyor.”
Bu gün Giza platosundaki turistik bölgede olan büyük piramit diğer piramitlerle beraber kapalı.Bölge 1954’te piramidin güney yanında keşfedilen gizemli güneş kayığına da ev sahipliği yapan bir müzedir.Sandalın, Khufu’yu piramidin içinde defnedilmeden önce Khufu’nun bedenini yeryüzündeki son yolculuğunda taşımış olduğuna inanılır.Eski mısır inançlarına göre sandal onun yaşam sonrası yolculuğunda taşıma hizmetini de görür.


TASVİR

Büyük piramit inşa edildiğinde 145,75 m. yüksekliğindeydi.Geçen yıllar üzerine tepesinden 10 m. kaybetti.O milattan sonra 19. y.y.’da yükseklikte tek başına baskındı, 3. y.y. dan daha fazla bir süredir dünyadaki en uzun yapı olarak sayıldı.O yüzeyini düzeltmek için kaya muhafazaları ile kaplandı.Onun yanlarının eğim açısı 54 derece 54 dakikadır.Her gün pusulanın özel işaretiyle doğu, batı, kuzey ve güney uyumlu olacak şekilde ayarlanmıştır.Piramidin yatay çapraz bölümü her yanı uzunlukta 229 m. olan bir karedir.Yan uzunluklar arasında en fazla hatta şaşırtıcı bir şekilde % 0,1’den daha azdır.
Yapı her biri 2 tondan daha ağır olan yaklaşık 2 milyon kaya bloğundan oluşur.Oradaki 3 piramidin içinde Fransa’nın etrafında yüksekliği 3 m. , kalınlığı 0,3 m. olan bir duvara yetecek kadar blok olduğu ileri sürüldü.Büyük piramidin kapladığı alan Roma’daki St Peter’in, Floransa ve Milano’daki katedrallerin ve Londra’daki Westmister ve St Paul’un birleşimi kadar yeri vardır.
Kuzey taraf piramidin girişidir.Bir takım koridorlar, galeriler ve kaçış boşluğu ya kralın odasına çıkar, yada diğer aksiyonlar için tasarlanmıştır.Sadece büyük galeri ve yükselen koridor yardımıyla ulaşılabilen kral odası piramidin tam kalbinde yerleştirilmiştir.Kral odasının iç duvarları gibi kralın sarrophogus’u da kırmızı granitten yapılmıştır.En etkileyici şey antrenin üzerindeki 3 m. uzunlukta, 2,4 m. yükseklikte, 1,3 m. kalınlığındaki keskin kenarlı kayadır.İçteki kayalar o kadar güzel yerine oturmuş ki aralarına bir kort giremez. Sarrophogus pusula yönlerine uygun olarak uyarlanmış ve boyutları oda girişindekinden yaklaşık 1 cm. daha kısadır.O, yapı ilerlerken ortaya çıkarılmış olabilir.
Giza’daki piramitlerin amacını ve nedenini ilgilendiren yeni teoriler ortaya atıldı.Astronomik araştırmalar... İbadet tapınma yerleri... Uzun süreli bir medeniyet tarafından yapılan geometrik yapılar...
Büyüler, bilim ve tarihsel kanıt hala çoğu küçük piramitler gibi Büyük piramidin Mısır’ın batı yakasındaki eski uygarlık tarafında onların muhteşem kralları için mezar olarak inancını destekler.



BABİL’İN ASMA BAHÇELERİ



YER

Evphrates ırmağının doğu yakası, Bağdat’tan 50 km. kadar güneyde.


TARİH

Babil Krallığı ünlü kralın ,Hammurabi, kuralları altında gelişti.Mezopotamya uygarlığının en önemli görkemine ulaşması Neo-Babil hanedanından olan Naboploshor’un hükümdarlık dönemine kadar gerçekleşmedi.Onun oğlu 2. Nabukednezor efsanevi asma bahçeleri inşa etmesiyle tanındı.Nebukednezar’ın asma bahçeleri karısı veya Medya’da büyüyen ve civar dağlarla tutkusu olan ranrubine’ni memnun etmek için yaptığına inanılır.
Bahçeler hakkında en aydınlatıcı raporlar Berassus ve Diodorus gibi Grek tarihçilerden gelirken, Babil tutanakları bu konuda sesiz kalmaktadır.Onun sarayının tanımlarına Babil şehrine ve bulunan duvarlara rağmen  Nabukednezor döneminin tabletleri bir kere bile bahçelerden bahsetmez.Asma bahçeleri hakkında detaylı betimlemelerde bulunan tarihçiler bile onları hiç görmemiştir.Modern tarihçiler İskender’in askerlerinin Mezopotamya’nın verimli topraklarına ulaştığında ve Babil’i gördüğünde etkilendiğini tartışıyorlar.Onlar sonradan engebeli vatanlarına döndüklerinde Mezopotamya’daki şaşırtıcı bahçeler ve palmiye ağaçları hakkında bahsetmek için hikayeleri vardı... Nebukednezar’ın sarayı hakkında... Babil kulesi ve zigguratlar hakkında... ve bu eski şairlerin ve tarihçilerin beraber karıştırılan bu elementlerin dünya hayalini oluşturduğu hayaliydi.
Asma bahçelerin bazı gizemleri 18. y.y.’a kadar ortaya çıkmadı.Arkeologlar bahçelerin yerleşimi, onların sulama sistemi ve gerçek görünümleri hakkında son konuya varmadan önce hala yeterli bilgi toplamak için çalışıyorlar.


TASVİR 

İşte raporlarından bazı alıntılar:
Bahçe dörtgen ve her tarafı dört plethra uzunlukta.Temeller gibi kontrol küplerine yerleşmiş kemer çatılardan oluşuyor.En üstteki teras çatılarının yokuşu merdivenden yapılmıştır.
Asma bahçenin yer seviyesinin üstünde yetişmiş bitkileri var ve ağaç kökleri yerden ziyade üst terasa gömülmüştür.Bütün bu karışıklık taş sütunlarda desteklenir.Yüksek kaynaklardan çıkan su akıntısı meyilli kanallardan akar.Bu sular tüm alanı nemli tutar ve bitkilerin köklerini doyurarak bütün bahçeyi sular.Bu yüzden çimen daima yeşil ve ağaç yaprakları esnek dallara bağlı kararlı bir şekilde büyür.Bu kraliyet lüksünün bir sanatıdır ve en belirgin özelliği tarımın büyük çalışmasının başkalarının üstünde asılı olmasıdır.
Irak’taki Babylon antik kentinde yapılan son arkeolojik kazıların çoğu sarayın temelini açığa çıkardı.Diğer buluntular, kalın duvarlar ve kuzey sarayının yanında bir sulama kuyusuyla Vaulted  binasını ekliyor.Bir grup arkeolog kuzey sarayının alanını inceledi ve Vaulted binasını asma bahçe olarak yeniden belirledi.Bununla birlikte yunan tarihçi Strabo bahçelerin Euphrates nehrinin yanında yer aldığını belirtmişti.Bu yüzden diğerleri Vaulted binasının birkaç yüz metre uzakta olmasından dolayı teoriyi desteklemek için Euphrates’ten çok uzak olduğunu tartışıyor.Saray alanını ve nehirden saraya uzanan alandaki bahçelerin yerleşimini yeniden belirlediler.Nehir kenarında son zamanlarda yunan kaynaklarında tasvir edilen şekilli teraslara basamaklandırılmış 25 m. kalınlığında sağlam duvarlar bulundu.


ARTEMİS TAPINAĞI


YER

Selçuk’un modern kasabası yakınlarında Efes antik kenti Türkiye’de, İzmir’in yaklaşık 50 km. kuzeyindedir.


TARİH

Tapınağın temellerinin M.Ö. 7. y.y.’da atılmış olmasına rağmen, M.Ö. 550 civarında yapılan harikalar listesinde bir yer kazanan yapıdır.Büyük mermer tapınak yada D tapınağı olarak anılan tapınak Lidya kralı Croesus tarafından desteklendi ve Yunan mimar Chersiphron tarafından dizayn edildi.
Bu zamanın en yetenekli sanatkarları olan Pheidias, Polycleitus, Kresit ve Phradmon tarafından inşa edilen bronz heykellerle dekore edilmiştir.
Tapınak hem Pazar alanı, hem de dinsel kurum olarak hizmet ediyordu.Yıllarca sığınak tüccarlar, turistler, sanatçılar ve tanrıçalarıyla kazançlarını paylaşarak onlara hürmet eden krallar tarafından ziyaret edildi.Bölgedeki son kazılar fildişi ve altından yapılan Artemis heykellerini kapsayan hacı hediyelerini, küpeleri, bilezikleri ve kolyeleri Hindistan ve İran’dan gelen kalıntıları ortaya çıkardı.
M.Ö. 356 yılında 21 Temmuz gecesi Herostratus adında bir adam ismini ölümsüzleştirmek girişiminde kiliseyi yaktı.Tabi ki başardı.Yeterince garip ki Büyük İskender de aynı gece doğdu.Romalı tarihçi Putarch daha sonra “Tanrıça tehdit altında olan tapınağına yardım göndermek için İskender’in doğumuyla çok meşguldü” yazdı.20 yıl sonra tapınak arkeologlar tarafından restore edildi ve “Tapınak E” olarak etiketlendi.Ve Büyük İskender Küçük Asya’yı fethettiğinde zarar görmüş tapınağı tekrar inşa etmeye yardım etti.
M.S. 1. y.y.’da St Paul Hristiyanlık vaazı vermek için Efes’i ziyaret ettiğinde tanrıçalarını vazgeçirmek için hiçbir planı olmayan Artemis karşı geldi.Ve M.S. 262’de tapınak Goths tarafından tekrar yakıldığında Efesliler yeniden inşa etmek için yemin ettiler.M.S. 4. y.y.’a kadar çoğu Efesliler Hristiyan oldu ve tapınak dini çekiciliğini kaybetti.Son bölüm M.S. 401’de St John tarafından yıkıldığında geldi.Sonra Efes terk edildi ve yalnızca 19. y.y.’ın sonlarında alan kazıldı Kazı tapınağın temelini ve şimdiki bataklık alanının yolunu ortaya çıkardı.Son zamanlarda tapınağı yeniden inşa etmek için girişimler yapıldı ama yalnızca birkaç kolon tekrar dikildi.


TASVİR

Tapınağın yapısı görünüşte dikdörtgen ve aynı zamanda çoğu tapınaklarınkine benzerdi.Her nasılsa diğer sığınaklardan farklı olarak geniş bir avluya bakarak dekore edilmiş bina yüzüyle bina mermerden yapılmış.Mermer merdivenlerin çevrelediği bina platformu planda yaklaşık olarak 80 m.’ye 130 m. olan yüksek terasa çıkıyordu.Kolonlar iyonik sütun başları ve yontulmuş yuvarlak kenarlarla 20 m. yüksekliğindeydi.Tanrıçanın evi ve mabudun heykelinin bulunduğu merkezi iç odaların dışında platform alanının üzerinde dikgen bir şekilde sıralanmış toplam 127 kolon vardır.
Tapınak, zamanında en iyi artistler tarafından inşa edilmiş dört eski bronz amazon heykelini de içeren birçok sanat ürününe ev sahipliği yapmıştır.St Paul şehri ziyaret ettiğinde tapınak resimlerle dekore edilmiş ve altın sütunlar ve gümüş heykellerle donatılmıştı.Tanrıçanın heykelini sığınağın merkezine kendi inşa ettiğinin kanıtı yok ama ona inanmamak için de hiçbir neden yok.
Tapınağın geçmişle ilgili detaylı betimlemeleri arkeologların binayı yeniden inşa etmesine yardım etti.Van Erlach tarafından yapılan gibi çoğu yeniden inşa etmeler dış yüzü hiçbir zaman var olmayan dört kolonlu verandayla birlikte çizdi.Çoğu tamamen yeniden inşa etmeler bize tapınağın genel düzeni hakkında fikir verebilir.Her nasılsa onun gerçek güzelliği her zaman bilinmeyen olarak kalacak sanatsal ve mimari detaylarda yatıyor.



ZEUS TAPINAĞI


YER

Bugünkü Yunanistan’ın batı kıyısında, Atina’nın yaklaşık 150 km. batısında, Olimpia’nın eski bir kasabasındadır.


TARİH 

Eski yunan takvimleri olimpiyat oyunlarının başladığına inanılan M.Ö. 776’da başlar.Muhteşem Zeus Tapınağı mimar Libon tarafından dizayn edilmiş ve M.Ö. 450 civarında inşa edilmiştir.Gelişen eski yunan gücünün sade Dorik sitili tapınak çok sıradan ve değişikliğe ihtiyacı var gibi görünüyordu.Çözüm: Görkemli bir heykel.Sistine Chapel’de Michelaungela’nun resimlerini andıran bu kutsal görev için Atinalı heykeltraş Pheidias görevlendirildi.
Takip eden yıllarda tapınak dünyanın her yerinde ibadet edenler ve ziyaretçiler çekti.M.Ö. 2. y.y.’da tamiratlar eski heykele becerikli bir şekilde yapıldı.M.S. 1. y.y.’da Roma imparatoru Caligula heykeli Roma’ya taşıma girişiminde bulundu.Her nasılsa Caligula’nın yanında çalışanların yaptığı iskele çökünce girişimi başarısızlığa uğradı.M.S. 391’de Pagan antrenman yaparken İmparator  I.Theodosius tarafından olimpiyat oyunları yasaklandıktan sonra Zeus Tapınağının kapatılması emredildi.
Olimpia depremler, heyelanlar ve seller tarafından yapılmıştır ve tapınak M.S. 5. y.y.’da yangından zarar görmüştür.Hemen, heykel zengin yunanlılar tarafından İstanbul’da bir saraya taşınmıştır.Orada heykel M.S. 462’de şiddetli bir yangın tarafından yok edilene kadar durmuştur.Bugün kayalar ve enkaz, binaların kuruluşu ve düşük sütunlardan başka eski tapınak sitesinde başka hiçbir şey kalmamıştır.

TASVİR

Fedyalı birisi heykel üzerinde M.Ö. 440 civarında çalışmaya başlamıştır.Yıllar önce o acayip altın ve fildişi heykelleri inşa etme tekniğini geliştirmiştir.Bu üzerinde dış kaplamasının metal ve fildişi levhalı olarak sağlanılmasıyla ve tahta çerçeveden inşa ederek yapılmıştır.Fedyalının iş yeri Olimpia’da hala bulunmaktadır.Ve tesadüfen Zeus’un tapınağına yönelimde aynı ölçüdedir.Orada, çeşitli heykel türleri tapınakta monte etmeden önce kazımış ve oymuştur.Heykel tamamlandığında o tapınağa fazla uymamıştır.

Strabo yazdı ki: 

Tapınağın çok geniş olmasına rağmen heykeltraş eleştirilmiştir.Doğru oranlarda memnun kalınmadığından dolayı.O Zeus’a yer ayarlandığını göstermiştir.Ama başıyla neredeyse heykel tavana değmektedir.Böylece onların izleniminde Zeus hareket etseydi o tapınağın çatısını açabilirdi.Strabo haklıydı, heykeltraş övülmekten başka hiç eleştirilmemişti.Bu ölçüde izlenim heykeli çok harika yapıyordu.O fikir tanrıların kralının çatısız tapınakla ilgili eğer heykel ayağa kalkarsa benzer tarihçileri ve şairleri büyüledi.Heykel yaklaşık 6.5 m. eninde ve 1 m. yüksekliğindeydi.Heykelin kendine göre yüksekliği 13 m. bir 4 modern bina katına eşitti.

Heykel çok yüksekti ki ziyaretçiler tahtı Zeus’un yapısından(vücudundan) ve özelliklerinden daha yüce, daha büyük olarak tasvir etti.Tahtın bacakları sfenksler ve savaşın figürleriyle kollanmış dekore edilmiştir.Yunan tanrıları ve destansı figürler sahneyi süslüyordu; Apollo, Artemis, Niobe’nin çocukları.

Yunan Pausanias yazdı ki: 

Onun(heykelin) başında yağ spreyli kazınmış bir çelenk vardı. Sağ elinde,o , fildişi ve altından yapılmış bir zafer figürü tutmakta, sol elinde, her çeşit metalden yapılmış bir asa sapı vardı, asanın üzerine bir şahin tünemiş şeklindeydi. Çarıkları altından yapılmış, aynı cübbesi gibiydi.Elbise hayvan ve zambak şekilleriyle(desen) oyulmuştu.Taht, altınla, değerli taşlarla, abanozla ve fildişiyle dekore edilmişti.

Heykel sık sık krallar ve yöneticilerden hediyelerle dekore edilirdi.Bunların en dikkate değerlerinden birisi fenosiyon rengi ve Asya’nın zikzak motifleriyle süslenmiş yün perdeydi.Bu perde Suriye kralı 4. Antiokyus’un adadığıydı.

Libya’da bu heykelin geniş portatif şekilde kopyaları yapıldı.Ama bunların hiçbiri bu günde yaşamamaktadır.Erkenden tekrar inşa edilmiş bir tanesinin Von Erlach kusurlu olduğuna inanmaktadır.
Yunan heykelciliğinde en mükemmel iş, onlar için yalnızca heykelin gerçek görünüşünün merak konusu olabilmesidir.