1 Şubat 2017 Çarşamba

Hacı Bayram Velî : 1352 - 1436

Ünlü Türk mutasavvıfı ve ünlü Bayramiye tarikatının kurucusudur. Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Babası, Koyunluca Ahmet Efendi'ydi. Çok iyi öğrenim gören Hacı Bayram Veli'nin yetiştirdiği bilginler arasında, Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer dede de vardır. Düşüncelerini temiz bir Türkçe ve hece vezni şiirler hâlinde yazan Hacı Bayram, Ankara'da öldü. Türbesi, başlıca ziyaret yerlerindendir.

Evliyalar babası Hacı Bayram Velî, 1352 baharında, Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı, Numan idi. Daha, dünyaya gözlerini ilk açtığı gün, kısmetini de beraber getirmiş, Solfasol'un kurak toprağına o gün doya doya rahmet yağmıştı.

Küçük Numan, nûr topu gibi bir çocuktu. Büyüdükçe, öteki çocuklardan farklı, çok daha akıllı, uslu olduğu konu komşunun gözünden kaçmıyordu. Okumayı, yazmayı kendi kendine öğrendi. Bıyıkları henüz terlemeye başlayınca, uzaklara gitmek, ilmi irfanı ünlü medreselerde aramak istedi, içinde, vazgeçilmez bir arzuydu bu. Bir bahar sabahı, köyden selametlediler onu.

Hacı Bayram Velî'nin hayat hikâyesi burada kopar. Nerede okuduğunu, kimden, ne zaman ders aldığını bilen yok. Kendi de hiç bahsetmezdi. Soranlara sadece «Hak yolunda yürürüz. Rabbim, yardımcımız olsun» derdi...

Yıl, 1387. Ankara'nın adı o zaman Engürü idi Engürü'de bir medrese vardı. Kara Medrese. Gerçi büyüklüğü orta karardı ama, o yıl yetmez oldu. Çünkü, bu medresede ders okutmaya başlayan genç âlimin tatlı dilini, hoş sohbetini, derin bilgisini kim duyduysa koşmuştu. Bu genç âlim, Solfasollu Numan'dan gayrisi değildi. Cevabına dudak büktüğü sual yoktu. Şöhretten, itibardan yana ne gerekse bulmuştu. Ama, bir hoştu içi.

Zaman zaman gönlü bulanır, dünya gözünde küçülür, yaşamak anlamsız, hattâ bir hiç oluverirdi. Kayseri'den gelen Şeyh Şuca-i Karamani ile işte böyle bir gününde karşılaştı. Karamani ona, Somuncu Baba adiyle pek ünlü, Şeyh Hâmit Hamideddin'den bir davet getirmişti. «Mürşidimiz seni ister» diyordu. «Akıl ve bilgi yolu güzel yoldur» diye buyurdu «Ama, Numan'ı bizim dergâhımızda bekleyen başka bir mertebe var. Gelsin...»

Bir gece önce gördüğü rüya doğru çıkmıştı. Medresede bunca talebeyi topladı. Hepsiyle ayrı ayrı helâllaştı. O gece yola koyuldular. Büyük mürşitlerin, büyük müritlerle nasıl buluştuğu, neler konuştuğu daima «sır»dır. Numan'ın, Şeyh Hamideddin ile görüşmesi de sır oldu.

O günden sonra, Solfasollu Numan ile Şeyh Hamideddin hiç ayrılmadılar. Diyar diyar beraber dolaştılar. Hicaz'a da beraber gittiler. Solfasollu Numan okuyor, derinleşiyor, öğrendikçe, bildikleri bir katre gibi küçülüyordu gözünde. Nihayet, hocası Şeyh Hamideddin'i Aksaray'da toprağa verdiği gün, içinde bir alevin parladığını hissetti. İşte, asıl kişiliğini o gün buldu. Hacı Bayram Velî'nin işte o gün erdiği söylenir.

Artık gürül gürül çağlayan bir pınar gibi, tasavvuf denizine dökülecekti. Aksaray'dan, tekrar Engürü'ye döndü. Doğruca Kara Medrese'ye gitti. Geldiğini kim duyduysa koşuyor, ayaklarına kapanıyor, hüngür hüngür ağlıyordu. Onun etrafında kendiliğinden ünlü bir tarikat doğdu. Adına Bayramiye tarikatı dediler. Numan adı unutuldu. Herkes onu Hacı Bayram Velî olarak tanıdı, bildi.

ilk sosyal adaleti o getirmişti. Müritlerinin hepsi iş, güç sahibiydiler. İşsiz güçsüzleri tarikata almazdı. Bayramiye tarikatına girebilmek için mutla ka çalışmak, kısmetini alın terinde aramak şarttı. Ankara'da güzel bir âdet yaratmıştı. Sık sık dervişlerini toplar, önde Bayramiye alemi, arkada kudümlerle çarşı pazar dolaşırdı. Esnaf, karınca kararınca, dervişlerin sırtına asılı keşküllere para atardı. Hacı Bayram Velî, toplanan bu parayla hastalara, sakatlara bakar, yetimlerin yüzünü güldürürdü.

Bayramiye tarikatı bir çığ gibi büyürken, II. Sultan Murat'ı endişeye düşürdü. Araya fitne girmişti! «Yakalayın, getirin» diye ferman  buyurdu. Bu ferman, Hacı Bayram Velî'nin içine doğmuştu. Sarayın adamları Ankara'ya yaklaşırken,  onları  yolda karşıladı. Bir hışımla  gelenler, nûr yüzlü bu muhterem dedenin karşısında, âdeta bir türbe mumu gibi eridiler. Ellerine sarılıp, öptüler. «Varalım, Hünkâr'a haber edelim. Sen gazaba uğrayacak kişi olamazsın»» dediler. Mütevekkil başını salladı. «Hayır» dedi «Ferman, fermandır. Gidelim....»

II. Sultan Murat da, onu görür görmez işlediği hatayı anladı. Gazaba gelmek şöyle dursun, baş köşeye buyur etti. Hacı Bayram Velî, o günden sonra nice ulemanın da hocası oldu. Bunların arasında Fatih Sultan Mehmet'i yetiştiren Akşemseddin de vardı. Evliyalar babası, pek yaşlanınca, Ankara'da dergâhına kapandı. 1436'da orada vefat etti. Her gün pek çok kişinin ziyaret ettiği türbesi Ankara'dadır.

Fatih Sultan Mehmet : 1432 - 1481

İstanbul'u alarak tarihte Yeniçağ'ı açan Türk hükümdarıdır. Edirne'de doğdu, iyi bir öğrenim gördü. Babası sağken 15 yaşında, onun isteği üzerine tahta çıktı. Babası II. Murat ölünce 1451'de ikinci defa padişah oldu. İkinci yılında da İstanbul'u fethetti. 28 yıl tahtta kaldı. Bu süre içinde 2 imparatorluk 14 devlet ve 200 şehir zaptetti. 1481'de gene sefere çıkarken Gebze civarında zehirlenerek öldü. Türbesi Fatih Camii arkasındadır.

1432 yılının 30 Mart pazar sabahı Sultan II. Murat. Edirne Sarayı'nda sabah namazını kılmış, seccadesinde Kur'an okuyordu. Sûre-i Muhammedi'yi bitirip Fetih sûresine başlamak üzere idi ki bir oğlunun dünyaya geldiğini müjdelediler. Padişah, Ulu Tanrı'ya şükrettikten sonra «Ravza-i Murad'ta bir gül-i Muhammedi açtı» dedi. Ertesi cuma, törenle çocuğuna Mehemmed adı verildi.

Şehzade Mehmet, çocukluğunda son derece haşarıydı. Ancak Molla Gûrani gibi sert ve hatır gönül dinlemeyen hocaların sayesinde öylesine eğitildi ki, çağının en büyük bilginlerinden Arapça, Farsça, Lâtince, Slavca ve Rumca öğrendi.

II. Sultan Murat, Macarlarla 1444'te Szegedin barış anlaşmasını imzaladıktan sonra sağlığında oğlunun saltanatını görmek istemişti. Ancak, on iki yaşında bir çocuğun tahta çıkmasını fırsat bilen Macarlar, yemini bozarak bir haçlı ordusu hazırlamışlardı. Bu durum karşısında küçük padişah Manisa'ya çekilmiş olan babasını şu sözlerle göreve çağırmıştı: «Eğer hükümdar iseniz, ordunun başına geçiniz. Eğer ben hükümdar isem, size fermanımdır, geliniz ve ordunun başına geçiniz...»

Sultan II. Murat, oğlunun bu daveti üzerine derhal Edirne'ye geldi ve tahtına tekrar otururken ordularının da başına geçti. Türklerle olan yeminini bozan Macar Kralı'nın idaresindeki Haçlı Ordusu'nu, Varna sahrasında ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaşta, 12 yaşındaki Mehmet de babasının yanındaydı. Yaşından hiç umulmayacak bir cesaret ve kahramanlık  gösterdi...

Sultan Murat 1451 yılında hayata gözlerini yumduğu zaman oğlu Mehmet tekrar Osmanlı tahtına oturdu. Bu kez ikinci Kosova zaferiyle daha sağlamlaşmış bir devletin başına geçiyordu...

On dokuz yaşındaki Sultan Mehmet tahta çıkar çıkmaz çocukluğundan beri rüyalarına kadar girmiş olan istanbul'un fethi hazırlıklarına başladı.

Geceli gündüzlü bir çalışma sonucu ortaya çıkarılan 400 parça gemiden ibaret büyük bir donanma, dünyanın en büyük toplarını dökecek olan büyük bir dökümhane ve nihayet Boğaziçi'nin Rumeli yakasında «Boğazkesen» adiyle inşâ ettirdiği Rumelihisarı'ndan  sonra  İstanbul'un   kuşatmasına  girişti...

Gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Haliç'e indirilmesi başta olmak üzere birçok strateji dehâsının yer aldığı 53 günlük bir muhasara sonunda İstanbul'u fethederek dünya tarihinde Ortaçağ'ın kapanıp Yeniçağ'ın açılmasına sebep olurken «Fâtih» nâmını aldı.

İstanbul'u fethettiği günden itibaren Bizans halkına hâmilik işini üzerine aldığı gibi halka tam bir vicdan hürriyeti de tanıdı. 29 Mayıs 1453 salı günü öğle üzeri Ayasofya'da halka hitaben yaptığı konuşmada «Sultan Mehmet olarak söylüyorum ki, bu andan itibaren ne hayatınız, ne malınız, ne de hürriyetiniz için gazâb-ı şahanemden korkmayınız.» demişti. Ve bu sözünü de tuttu.

Fatih Sultan Mehmet, bundan sonra bütün Avrupa'yı titreten büyük fütuhatına devam etti. Atina Dukalığı, Sırbistan, Mora, Giresun, Samsun, Trabzon, Sinop, Eflâk, Bosna, Hersek, Karaman Beyliği, Arnavutluk, Eğriboz, İçem, Akkoyunlu, Kırım, Arnavutluk, İşkodra, Kuban, Anapa, Hersek ve İtalya'da Otranto birbirini takiben Osmanlı hâkimiyeti altına girdiler.

1481 yılı başında Fatih Sultan Mehmet, yeni ve büyük bir seferin hazırlıklarına girişti. Bu kez hedefinin denizden İtalya ve Roma olacağı, bu arada Venedik'in de ortadan silineceği anlaşılıyordu.

25 nisan 1481 günü Orduyu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı. Aslen Venedikli bir yahudi olan özel hekimi Yâkup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehirin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki 14'ü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile özel doktorunu elde etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki Otağ-ı Hümayun'unda kan kusarak öldü. Ancak Yâkup Paşa'nın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi.

Farabi : 810 - 950

Büyük mütefekkir ve ünlü musiki üstadıdır. Türkistan'ın Seyhun ırmağı kenarındaki Farab kasabasında doğdu. Asıl adı Ebu-Nasr Muhammed'dir. İlk öğrenimim Farab'da, yüksek öğrenimini ise Bağdat'ta yaptı. Mantık, felsefe, matematik, tıp ve musiki üzerinde büyük vukuf sahibi idi. Bu konular üzerinde 100'den fazla eser verdi. Bu arada Aristo'nun bütün eserlerini de şerhetti. Şam'da vefat etti. Babüssagir mezarlığında  yatmaktadır.

Yaşadığı devirde ilim dilinin Arapça olması yüzünden bütün eserlerini Arapça kaleme alan Farabî, doğu âleminin ve Türklüğün ilk büyük «Fikir adamı» sayılır. Aynı devirlerde batı dünyasında ilim dilinin Grekçe ve Lâtince olması yüzünden bütün batılı ilim adamlarının eserlerini bu dillerle yazdıkları gözÖnünde tutulursa, Fârabî'nin Türk olduğu halde Arapça eser yazmasını kınamak doğru olmayacaktır. Üstün bir zekâ ve kabiliyete sahip bulunan Fârabî, Bağdat'ta yaptığı yüksek öğrenimi sırasında Arapça, Farsça, Grekçe ve Lâtince'yi anadili gibi öğrenmiş, bu lisan zenginliğini çeşitli dallardaki çalışmalarıyla bir kat daha değerlendirmişti. Bu arada Yunan felsefesini de inceledi. Bu konunun büyük üstadı Aristo'nun eserlerini, aslından çok daha anlaşılır şekilde şerhetti. Bu yüzden yalnız doğu âleminde değil, batı âlemi de kendisini, Aristo'dan sonra gelen   «Hoca-i  sâni»   olarak   kabul   etti.

Fârabi, eski felsefeyi yeni felsefeye aktarırken gösterdiği büyük ustalıkla da dikkati çekmişti. Bu nedenle Montesquieu ve Spinoza gibi ünlü fikir adamları da onun etkisi altında kaldılar.

Felsefeye mantık yolu ile giren Fârabî, genellikle «metafizik» üzerinde durdu. Din ile felsefeyi birbirinden ayıranlara karşı dururken bu iki kavramın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu tezini savundu. Hayatı boyunca dini, felsefenin temel taşı saydı. Bu arada İslâm dinine felsefe anlayışını da sokarak İslâm felsefesini ortaya  çıkardı.

Fârabî'nin tek ve şaşmaz ilkesi «Varlığın ilk sebebi» idi. Ona göre insan, gerçeğe varabilmek için mutlak suretle dış âlemle ilgisini keserek mânevi âlemini arındırabilirdi. Aşk ise felsefede işte böyle bir ifâdenin gerçekleşmesinde yardımcı etkendi. Aşk, insan benliğinin geçici bir eylemi değil, bütünüyle gerçeğe, yâni Tanrı'ya bağlanmaktı. Varlıkların özü Tanrı'dan geliyordu. Daima şöyle derdi:

«Evrenin tümünü kavramak isteyen bir kişi, önce insana bakmalıdır. Çünkü bütünüyle varlık kavramı ruhta belirmiştir. Tanrı, varlıkların en büyüğü ve en son kademesidir. Bütün insanlık onun özünde birleşmektedir. Varlığı başka varlıklarla kıyaslanmayacak kadar mükemmeldir. Akıl, Tanrı'nın özünden gelir. Ahlâkın ise temeli bilgidir...»

«Akıl, edindiği bilgilerle iyiyi, güzeli, kötüyü ayırır. İnsan için en yüksek erdem bilgi olduğuna göre, en yüce kat'tan gelen akıl, davranışlarımızda gerekli doğru  yargıyı  verebilecek güçtedir.»

Bu büyük ilim adamı, ilimleri iki bölümde inceledi. Bunlardan birincisi teorik ilimlerdir ki, içinde metafizik, mantık ve biyoloji bulunur. Diğeri pratik ilimlerdir. Bu grupta da ahlâk, siyâset, musiki ve matematik yer alır. Fârabi, Aristoteles'in ilim dediği  «hitabet» ve «şiiri» bu sınırın dışında bırakır.

941 yılında Halep'e gelen Fârabi orada hüküm sürmekte olan Hamdanoğulları'ndan Seyfüddövle Ali adlı bir Türk Beyi ile tanıştı, ilminin ününü işitmiş bulunan Türk Beyi, onun engin şahsiyetine de hayran kaldı. Fârabî'yi ağırlamakta kusur etmeyen Bey, onun Halep'e yerleşmesini sağladı. Fakat kendisine vermek istediği yüksek maaşı kabul ettiremedi. Ömrü boyunca son derece mütevazı bir hayat süren Fârabi, yevmiye olarak ancak dört dirhem gümüş aldı.

Halep Beyi'nin büyük hayranlığını kazanması, bu büyük kültür merkezi ile civarında bulunan yerlerdeki bilginlerin olanca kıskançlıklarını körükledi ve pek küçümsedikleri bu büyük bilgin ile imtihan olmaya kalkıştılar. Bey'in huzurunda yapılan bu çetin imtihanda Fârabi, bütün konularda büyük üstünlüğünü ortaya koydu. Bunu kendisiyle imtihan olmak isteyen kişilere de kabul ettirdi. O kadar ki, imtihana gelen ve kendilerini bilgin zannedenlerin hepsi, bu imtihan sonunda öğrencisi olarak Fârabî'nin yanında kaldılar.

Fârabî aynı zamanda musiki alanında da büyük bir üstat idi. Kanun adı verilen müzik âleti onun buluşudur. Ayrıca rübap denilen çalgıyı da geliştiren ve bugünkü şeklini veren yine odur. Şark musikisinin nazariyelerini «Kitab'ül Musikiydi Kebîr» yâni «Büyük Musiki Kitabı» adlı eserinde gösterdiği gibi, birçok besteler de yapmıştı.

Arap ülkelerinde yaşamasına rağmen mütevazı hayatının yanısıra Türkistan millî kıyafetini de asla terketmedi. Hep bu kıyafet içinde göründü. Seyfüddövle Ali Bey'in Şam'ı fethetmesi üzerine Fârabî de onunla birlikte Şam'a gitti, ömrünün son günlerini orada geçirdi. 80 yaşında Şam'da vefat etti.