19 Şubat 2017 Pazar

16. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI: Genel Özellikleri

Bu yüzyılda Osmanlı Devleti; Asya, Avrupa ve Afrika'ya uzanmaktadır. Bu geniş coğrafya içerisinde oluşan siyasal ve kültürel olaylar şöyle özetlenebilir: İran hükümdarı Şah İsmail'in inançlarını Anadolu'ya yayma düşüncesi Yavuz Sultan Selim'i harekete geçirdi. Bundan sonra Şah İsmail'in üzerine yürüdü. Şah İsmail 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı'nda yenildi.

Yavuz Sultan Selim'den sonra yerine Kanunî Sultan Süleyman tahta geçti. Kanunî zamanında ülke toprakları Suudî Arabistan'dan Viyana'ya kadar uzanıyordu. Afrika'nın kuzeyi tamamen Türk egemenliğine girmişti. Bu yüzyılda, 26 Ağustos 1526'da Mohaç Zaferi ile 1538'de Preveze Deniz Zaferi kazanıldı.

Kanunî'nin 46 yıl süren hükümdarlığından sonra yerine oğlu II. Selim geçti. II. Selim, yönetimi Vezir Sokullu Mehmet Paşa'ya bıraktı. 1579 yılında Sokullu'nun ölümüyle ülke topraklarındaki gelişme durdu. Merkezi güç zayıfladı. Devletin iç işlerinde ve saray yönetiminde karışıklıklar başladı. Güven ortamı sarsıldı.

Bu yüzyılda kültür, edebiyat ve sanat alanında önemli gelişmeler oldu. Daha önceki yüyzıllarda olduğu gibi 16. yüzyıl padişahları ile devrin ileri gelenleri, sanatçıları ve bilim adamlarını gözetip korudular. Padişahlar da şiirle, edebiyatla uğraşıyordu. II. Bayazıt, Yavuz Sultan Selim, III. Murat ve Kanunî şiirler yazdı. Yavuz (Adlî), Kanunî (Muhibbî) mahlasını kullandı. Kanunî'nin şiirleri bir divan (şiir kitabı) oluşturacak kadar çoktur.

"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" beyiti Kanunî'ye aittir.

16. yüzyılda, Türk şiirinde içerik ve söyleyiş bakımından kusursuz eserler ortaya kondu. Türk edebiyatı İran edebiyatı ile boy ölçüşebilecek düzeye çıktı.

16. yüzyılda Türk edebiyatı Anadolu, Azerbaycan ve Çağatay bölgelerinde gelişimini sürdürdü. Anadolu'da Bakî, İstanbul aydınlarının dilini divan şiirinin ortak dili hâline getirdi. Zati, Hayalî, Hayretî, Nev'î, Tacizade Cafer Çelebi, Kara Fazlı ve Bağdatlı Ruhî gibi pek çok şair yetişti.

Tasavvuf edebiyatında Pir Sultan Abdal, Şah Hatayî mahlasıyla Türkçe şiirler yazan Şah İsmail,bu yüzyılın en ünlü şairlerindendir. Azeri lehçesiyle yazan Fuzulî Türk edebiyatının en güzel eserlerini ortaya koydu: "Türkçe Divanı, Leylâ vü Mecnun, Hadikatü's Süeda" en önemli eserleridir. Çağatay lehçesiyle ise Hint-Türk İmparatorluğunu kuran Babür Şah, gezi-anı türünde Babürname adlı eseri ile tanındı.

Bu yüzyılın diğer önemli özelliklerinden biri de âşık edebiyatının ortaya çıkmasıdır. İslâmiyet Öncesi Dönemde gördüğümüz baksı, ozan, şaman gibi adlar verilen sanatçılar İslâmiyet ile beraber dinsel içerikli eserler vermekteydi. Bu tarz edebiyata tasavvuf edebiyatı denildiğini biliyorsunuz. Bu yüzyılda din dışı konuları işleyen ve adına "saz şairi" "âşık" gibi adlar verilen halk sanatçıları yetişti. Âşık edebiyatı diye adlandırılan bu kişilerin başlattığı gelenek günümüze dek sürdü.

Düz yazı türünde yazılan eserlerde ağır bir dil kullanıldı. Dilimize giren yabancı sözcük sayısı ve tamlamalar çoğaldı. Tarih, mektup ve gezi türleri ile şair-lerin hayatından söz eden eserler yazıldı.

15. yüzyılda başlayan Türki-i Basit adı verilen "aruz vezni ile fakat içinde yabancı sözcük ve tamlamalar bulunmamak koşulu ile saf halk diliyle ve halk dilin-deki mecazları, cinasları, atasözleri, deyimleri kullanarak şiir yazmak" akımı bu yüzyılda da denendi. Bu yolda Edirneli Nazmi, Tatavlalı Mahremi şiirler yazdı, ancak yaygınlaşması konusunda başarılı olamadı. Düz yazıda ağır dil kullanma alışkanlığı şiirde de sürdü, Arap ve İran etkisi ileri düzeye ulaştı.

FUZULÎ

SU KASİDESİ

1. Saçma ey göz ekşden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su

2. Âb-gündur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhit olmuş gözümden günbed-i devvâra su

3. Vehm ilen söyler dil-i mecruh peykânun sözin
İhtiyat ilen içer her kimde olsa yâra su

4. Suya versün bağ-ban gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün teg virse min gül-zâra su

5. Arızun yâdiyle nem-nâk olsa müjgânum n'ola
Zayi' olmaz gül temennâsiyle vermek hara su

6. Men lebün müştâkıyam zünhâd kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür huş-yâra su

7. Ravza-i kûyına her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş-reftâra su

8. Dest-bûsı ârzûsiyle ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su

9. Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdür muttasıl
Başın daşdan daşa urup gezer âvâre su

10. Yümn-i na'tünden güher olmuş Fuzûlî sözleri
Ebr-i nisandan dönen teg lü'lü-i şeh-vâre su

11. Umduğum oldur ki rûz-i haşr mahrum olmayam
Çeşme-i vaslun vere men teşne-i didâra su

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

1. Ey göz, (göz) yaşlarını gönlümdeki ateşlere saçma, dökme; çünkü bu kadar çok tutuşan (şiddetli) ateşlere su fayda etmez, o ateşi söndüremez.

2. Su ne renktedir? (şu) Dönen gök kubbesi ne renktedir, yosksa gözümden akan yaşlar mı gökyüzünü kaplamış, bilmiyorum.

3. Yaralı gönül "peykan" (okun ucundaki demir) sözcüğünü korkarak söyler. Her kimsede ki yara varsa o da suyu tedbirli olarak içer. (Yaralı olan, suyu biren içemez.)

4. Bahçıvan gül bahçesini sele versin. Gül bahçesi yapacağım diye boşuna emek harcamasın; çünkü bin tane gül bahçesi yapsa o bahçede yüzün gibi güzel bir gül açmaz.

5. Yüzünün güzelliğini anarak kirpiklerim ıslansa ne çıkar; gül yetiştirmek isteği ile dikene su verilse o emek boşa gitmez; diken (dikenli gül dalı) bir gün gül verir.

6. Ben senin dudaklarını özlüyorum, sofu cennetteki kevser suyunu; nitekim sarhoş şarap içmek ister, ayık olanlar da su.

7. (su) Senin mahallenin bahçesinden her zaman durmadan geçer gider; galiba su o güzel yürüyen selvi boyluya aşık olmuş.

8. Dostlar, eğer o sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan kase yapın ve onunla o sevgiliye su sunun. Böylece ben onun dudaklarına erişmiş olayım.

9. Su ayağının bastığı topraklara ulaşmak için ömürlerdir başını taştan taşa vurarak akar durur.

10. Seni övmenin kutluluğu ve uğurluluğu ile Fuzuli'nin sözleri nisan bulutundan düşen ve inciye dönen su damlası gibi (inci) olmuştur.

11. Umduğum şudur; kıyamet gününde yüzünü görmekten mahrum olmayım ve susamış olan bana, kavuşma çeşmesi su vererek susuzluğumu gidersin.

SÖZCÜKLER
âb-gün : Su rengi, mavi
arız : Yanak, yüz.
bağban : Bahçıvan.
çeşme-i vaslun : Kavuşma çeşmesi.
denlü : Bu kadar çok, bu türlü.
dest-busu : El öpme.
dil-i mecruh : Yaralı gönül.
ebr-i nîsan : Nisan bulutu.
eşk : Göz yaşı
ger : Eğer.
güher : İnci, cevher.
gülzar : Gül bahçesi.
günbed-i devvar : Dönen gök yüzü, gök kubbesi.
güzar eylemek : (parçada) Geçmek, akıp gitmek.
hâk-i pây : Ayağının bastığı toprak.
har : (parçada) Diken.
huşyar : Ayık, aklı başında.
her dem : Her zaman.
ihtiyat : Tedbirli, ölçülü.
kim : Ki, zira.
kuze eylemek : Kase yapmak, testi, çanak yapmak.
leb : Dudak.
lü'lü-i şehvar : En iri inci tanesi.
men : Ben.
muhit olmak : (parçada) Kaplamak, çevrelenmek.
müjgan : Kirpikler.
mest : Sarhoş.
nem-nak : Islak, nemli,
müştak : Özlem duyan, özleyen.
mey : Şarap.
muttasd : Durmadan, devamlı, ara vermeden.
n'ola : Ne olur ki, ne çıkar ki.
od : Ateş.
oldur : O dur ki, şudur ki.
peykan : Okun ucundaki sivri demir.
ravza-i kuy : (senin) Mahallenin bahçesi.
ruz-ı haşr : Kıyamet günü.
serv-i hoş reftar : Güzel yürüyen selvi (sevgili)
teg(tek) : Gibi.
temenna etmek : İstemek.
teşne-i didar : Yüzünü görmeye susamış olan, (seni) özleyen.
vehim ilen : Korkuyla, çekinerek.
ya : Yoksa, yahut.
yad etmek : Düşünmek, anmak.
zayi olmak : Kayıp olmak, boşa gitmek
zünhad : Sofu.
zünhad kevser talibi: Sofular cennetteki kevser suyunu ister.
yümn-i na'tünden : Seni övmek amacıyla yazılan şiirin uğurluluğundan, seni övmenin uğurundan.

AÇIKLAMALAR

Kaside, divan edebiyatı nazım biçimlerindendir. Bahar, kış, bayram konu-larında veya herhangi bir kimseyi övmek yermek amacı ile yazılır. Okuduğunuz "Su Kasidesi", Hz. Muhammet için yazılmıştır. Bu tür kasidelere naat denir. Fuzulî en içten duygularını samimi bir anlatımla bu kasidede dile getirmiştir. Bu bakımdan türünün başarılı örneklerinden biridir.

ŞİKAYETNAME

Huzurlarına gitdüm. Bir cem gördüm, hikâyetleri perişan, ne safâdan anda eser ü ne sıdkdan anda nişan var.

Selâm verdüm, rüşvet değüldür deyû almadılar. Hüküm gösterdüm, fâidesüzdür deyû mültefit olmadılar. Eğerçi zahirde sûret-i itaat gösterdiler, amma zebân-ı hâl ile cemi-i suâlüme cevab verdiler.

Dedüm: Yâ eyyübe'l-sahâb bu ne fi'l-i hatâ ve çin-i ebrudur?

Dediler: Muttasıl âdetimüz budur.

Dedüm: Benüm riâyetüm vâcib görmüşler ve bana berât-ı tekaüd vermişler ki Evkaf dan hemişe behre-mend olam ve Pâdişâha ferâğ-ı bâl ile duâ kılam

Dediler: Ey miskin senün mezâlimüne girmişler ve sana sermâye-i tered-düd vermişler ki müdâm bî-fâide cidal edesün ve nâ-mubârek yüzler görüb nâ-mülâyim sözler işidesün.

Dedüm: Berâtımun mazmûnı ne içüm suret bulmaz?

Dediler: Zevâiddür husûli mümkin olmaz.

Dedim: Böyle Evkaf zevâidsüz olur mu?

Dediler: Zarûriyyât-ı Astâneden ziyâde kalursa bizden kalur mu?

Dedüm: Vakıf mâlın ziyâde tasarruf etmek vebâldür.

Dediler: Akçemüzle satun almışuz bize helâldür.

Dedüm: Hisâb alsalar bu sülûkinüzün fesadı bulunur.

Dediler: Bu hisâb kıyâmetde alınur.

Dedüm: Dünyâda dahi hisâb olur, haberin işitmişüz.

Dediler: Andan dahi bâkimüz yokdur, kâtibleri razı etmişüz.

Gördüm ki suâlime cevâbdan gayrı nesne vermezler ve bu berat ile hâcetüm reva görmezler, nâçâr terk-i mücâdele kıldum ve me'yûs ü mahrum gûşe-i uzletime çekildim."

SÖZCÜKLER

berat : Bir kimseye bir şey ya da ayrıcalık tanındığını bildiren yazı, ferman.
Çin-i ebru : Kaş çatıklığı.
deyü : Diye.
mey'us : Ümitsiz.
mültefit olmak: İltifat etmek.
naçar : Çaresiz.
vebal : Günah.
zevaid : Gelir fazlası, ek bütçe.

AÇIKLAMALAR

Kanunî Sultan Süleyman Bağdat'ı aldıktan sonra (1534). Fuzulî'ye Evkafın (Vakıflar) gelir fazlasından verilmek üzere aylık bağlanır. Şair bu parayı almak üzere elinde beratla Vakıflar İdaresine gider, ancak aylığını alamaz. Bu duru-mu Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi'ye şikayet eder.

Sanatlı ağır bir üslûpla yazılan "Şikayanetname" türünün başarılı örnek-lerindendir.


FUZULÎ (1490-1556)

Türk edebiyatının en ünlü şairlerindendir. Yaşamı ile ilgili ayrıntılı bilgimiz yoktur. 1490 yıllarında Hille'de ya da Kerbela'da (Bağdat) doğduğu sanılmaktadır. Asıl adı Mehmet'tir, ailesi Oğuzların Bayat boyundandır.

Fuzulî küçük yaşta Arap ve Fars dillerini öğrendi. Genç yaşta tasavvuf anlayışını benimsedi. Tıp, tasavvuf, astronomi, felsefe ve İslâmi bilimlerle uğraştı. Yaşadığı devirde Bağdat valisi İbrahim Han tarafından korundu. Onun ölümünden sonra kendisini koruyacak birisini bulamadı ve Hille'ye çekildi. Önce Şah İsmail'e ve devrin ileri gelenlerine kasideler sundu. Sonra Kanuni Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat'ı alması üzerine ona ve ordudaki ileri gelenlere kasideler sundu.

Yaşadığı dönemde Fuzulî hak ettiği ilgiyi bulamadı. Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi'ye yazdığı "Şikayetname" adlı mektubu bunun en açık örneğidir. Fuzulî yaşamının büyük bir kısmını Hille, Kerbela'da Bağdat'ta geçirdi. Şair 1556 yılında baş gösteren bir veba salgınında Kerbela'da öldü. Mezarı buradadır.

Fuzulî şiir yazmaya başladığında çeşitli mahlaslar (takma adlar) kullandı. Ancak kullandığı mahlasların her birinin başka şairler tarafından kullanıldığını görünce vazgeçti. Sonuçta "gereksiz" anlamına gelen "fuzul" sözcüğünde karar kıldı. Fuzul aynı zamanda fazl sözcüğünün de çoğuludur.

Fuzulî, Türk edebiyatının en lirik şairlerindendir. Şiirlerinde üstün bir anlayışla "aşk" konularını işledi.

"Aşk imiş alemde her ne var İlim bir kıyl u kal imiş ancak" derken aşkı bilimden üstün tuttu.

"Aşk acısıyla hoşem el çek ilacımdan tabip" dizesi ile çektiği aşk acısından memnuniyetini dile getirdi.

Fuzulî genç yaşta tasavvuf anlayışını benimsedi ancak hiçbir zaman tasavvuf propagandası yapan bir şair olmadı. Şiirleri din dışı görünse de o görüntü içerisinde tasavvuf düşüncelerini eritmesini bildi.

Türkçe şiirlerini Azeri lehçesiyle yazan Fuzulî, Azerî şairlerinden Nesimî, Habibî ve Çağatay şairlerinden Ali Şîr Nevâî'den etkilendi. Ancak ortaya koyduğu eserlerle bu sanatçıları aştı. Divan edebiyatı yanında tekke ve halk edebiyatı şair-lerini de etkiledi. Ünü günümüze dek yaşadı.

Fuzulî, edebiyatımızda şiir, düz yazı ve şiir-düz yazı karışık olarak eser¬ler veren bir şairdir. Eserleri şöyle sıralanabilir: Türkçe, Farsça ve Arapça Divan, Leyla vü Mecnun, Beg û Bade, Şah u Geda, Heft Cam, Hadîkatü's Süeda, Şikâyetname vb.

GAZEL

1. Nev-bahâr oldu gelin azm-i gülistan idelim
Açalım gonca-i kalbi gül-i handan idelim

2. Komayıp lâle gibi elden eyağı bir dem
Mest olup gonce-sıfat çâk-i giribân idelim

3. İçelim lâl-i müzâbı saçalım cür'aları
Hâk-i gül-zârı bugün kân-ı Bedahşân idelim

4. Menzil-i ayş ü tarab hurrem ü âbâd olsun
Yakalım zerk ü riya deyrini viran idelim

5. Okusun vasf-ı ruh-i yâr ile Bakî şi'rin
Bülbül-i gülşeni mecliste gazel-hân idelim

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

1. ilkbahar geldi; gelin, gül bahçesine gidelim; kalp goncasını açalım, gülen (açılmış) bir (gül) hâline getirelim.

2. Lâle gibi (bizde) bir an (bile) kadehi el(imiz)den birakmıyalım; sarhoş olup gonca gibi yakamızı bağrımızı yırtalım.

3. Eritilmiş kırmızı şarabı içelim, son yudumlarını (toprağa) saçalım, dökelim; (böylece) bugün gül bahçesinin toprağını Bedahşân madenine döndürelim.

4. Yiyip içme ve eğlenip coşma konağı, şen ve bayındır olsun; ikiyüzlülük ve gösteriş manastırını yakıp yıkalım.

5. Baki sevgilinin yanağını anlatıp öven şiirini okusun, gül bahçesinin bülbülünü mecliste gazelhan (gazel okuyan) edelim.

SÖZCÜKLER
âbâd : Bayındır.
ayş : İçme.
ayş u tarab : Yiyip içme.
azm-i gülistan etmek: Gül bahçesine gitmek.
Bedahşan : Lâl taşının (kırmızı renkli süs taşı)çıktığı şehir.
bülbül-i gülsen : Gül bahçesinin bülbülü.
cür'a : İçki içildikten sonra kadehin dibinde kalan son yudum,tortu.
çak-i giriban etmek : Yaka yırtmak, bağrını yırtmak.
deyr : Bu dünya meyhane.
eyağ (ayak) : Kadeh, içki kadehi.
gazel-han : Güzel okuyan, gazel okuyucu.
gonca-i kalp : Kalbin goncası
gonce-sıfat : Gonca gibi.
gül-i handan itmek : Gülen gül hâline getirmek, gülün açmasını sağlamak.
hak-i gül-zar : Gül bahçesinin toprağı.
hurrem : Sevinçli, şen, bayındır.
kan : Ocak, maden.
lâl-i müzap : Eritilmiş kırmızı şarap.
menzil : (parçada) konulan yer, konak.
nev-bahar : İlkbahar.
Şi'rin : Şiirini.
tarab : Coşma, sevinç.
vasf-ı ruh-i yar : Sevgilinin yanağını öven.
zerk u riya : Gösteriş ve ikiyüzlülük.

BAKÎ (1526-1600)

Bakî 1526 yılında İstanbul'da doğdu. Fatih Camisi müezzinlerinden Mehmet Efendinin oğludur. Asıl adı Mahmut Abdülbakî'dir. Bakî yoksul bir ailenin çocuğu olması nedeniyle saraç çıraklığına verildi. Arapça, Farsça ile devrin diğer bilgilerini öğrendi. Hocası Kadızade Şemseddin Efendinin Halep kadılığına atan¬ması üzerine onunla birlikte orada dört yıl kadar kaldı. Hocasıyla birlikte İstanbul'a döndü. Edirne, Mekke ve Medine'de kadılık yaptı; İstanbul kadılığına getirildi. Kazaskerliğe kadar yükseldi, ancak çok istediği hâlde şeyhülislâm olamadan 1600 yılında öldü.

Bakî tasavvuf kültürüyle yetiştiği hâlde din dışı konuları işleyen gazeller , kasideler yazdı. Şiiri, "söz ipliğine inciler dizmek" şeklinde anlayan Bakî, söze inci değeri katan sözcükler seçmeyi başardı. Şiirlerinde yaşama sevincini ve doğa güzel-liklerini işledi. Sağlığında ünü İstanbul dışına Tebriz'e ve Hindistan saraylarına kadar yayıldı. Şairler sultanı olarak kabul edildi. Şiirlerine başka şairler tarafından nazireler (benzer şiirler) yazıldı. Şiirlerinde söz sanatlarını ustaca kullanması sonu¬cu Fuzulî'den sonra klâsik edebiyatın en ünlü şairleri arasında sayıldı.

Bakî'nin "Divanı" vardır. Divanı içerisinde Kanunî'nin ölümü üzerine yazdığı "Kanunî Mersiyesi" de yer almaktadır.

GÜVAHÎ

PENDNAME

1. Dimişler yokluya gel itme ihmâl
Bir akçeye deve virler satun al

2. Dimiş anı mahal görmen gedâya
Ki cân otı gibi çıkmış bahâya

3. Dimişler varluya bir deve bine
Dimiş uğurlık ola nice sine

4. Ne bilsün yohsulun açlıkda gücin
Isırmayanlar etsüz ekmek ucın

5. İlâhî itme muhtacı koyub aç
Ganîsin sağ gözü sol göze muhtâc

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

1. Yoksula demişler ki gel ihmal etme, bir akçeye deve satılıyorlar, gel al.

2. (ben) Fakire bunu uygun görmeyin; can ateşi gibi pahalanmış.

3. Varlıklıya, bir deve bine (satılıyor) demişler; çalıntı (mal) olacak (kadar ucuz) demiş.

4. Etsiz ekmek ucunu ısırmayanlar, açlıkta yoksulun gücünü ne bilsin

5. Ey Tanrı m kimseyi aç koyarak muhtaç etme; cömertsin, sağ gözü sol göze muhtaç etme.

SÖZCÜKLER

bahâ : Değer, kıymet.
gani : (parçada) 1. Zengin, cömert, varlıklı. 2. Tanrı'nın adlarından biri
geda : Yoksul fakir.
gücin : Gücünü.
mahal görmek: Uygun bulmak.
uğurlık : Hırsızlık.
varlu : Varsıl, zengin.
yoklu : Yoksul.

GÜVAHÎ (16. yüzyıl)

Güvahî 16. yüzyıl şairlerindendir. Hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. "Pendname" adlı eserinin bir yerinde sipahi (atlı asker) olduğunu söylediğine göre Osmanlı ordusundaki asker şairlerden biridir.

Güvahî, "Pendnameyi" (öğütler kitabı) 1526 yılında yazmış ve Kanunî Sultan Süleyman'a sunmuştur. Eser 2133 beyitten oluşan bir mesnevîdir. Eser halk arasındaki atasözleri, kıssadan hisse türündeki öyküleri, bazı fıkraları ve şairin başından geçen bazı olayları içermektedir.

Latifi, Güvahî'nin şairliğinden söz ederken, atasözlerini öğüt vermek amacıyla şiire aktardığını, ancak şiirlerinde o kadar incelik olmadığını söyler.


PİR SULTAN ABDAL

NEFES

Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzel sevdası serimde tüter
Bu ayrılık bana ölümden beter
Geçti dost kervanı eğleme beni.

Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bana zulüm getirir
Geçti dost kevranı eğleme beni.

Ben gidersem sunam bana ağlama
Ciğerimi aşk oduna dağlama
Benden başkasına meyil bağlama
Geçti dost kervanı eğleme beni.

Gider isem bu il sana yurt olsun
Münafıklar aramıza kurt olsun
Ben ölürsem yüreğine dert olsun
Geçti dost kervanı eğleme beni.

Pir Sultan Abdal'ım dağlar aşalım
Aşalım da dost iline düşelim
Çok nimetin yedim helâllaşalım
Geçti dost kervanı eğleme beni.

PİR SULTAN ABDAL (16. yüzyıl)

Pir Sultan Abdal, 16. yüzyıl tasavvuf edebiyatı şairlerindendir. Yaşamı ile ilgili ayrıntılı bilgimiz yoktur. Şiirlerinden edinilen bilgilere göre yaşamı ile ilgili şunlar söylenebilir: Sivas'ın Yıldızeli ilçesinin Banaz köyündendir. Asıl adı Haydar'dır. İran şahı I. Tahmabs ve Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde yaşadı. Alevî, Bektaşi inançlarının savunucusu oldu ve bu yolda yapılan bir ayaklanmaya katıldığı için Hızır Paşa tarafından önce zindana atıldı, sonra Sivas'ta asıldı.

Pir Sultan Abdal, tasavvuf edebiyatının en güçlü şairlerindendir. Duru ve coşku dolu şiirleri başta Anadolu olmak üzere Trakya'dan Azerbaycan'a kadar yayıldı.

Pir Sultan Abdal sade bir dille söylediği nefes ya da deme adı verilen şiir-lerinde; inançlarını,doğa güzelliklerini ve aşk konularını işledi. Pir Sultan Abdal'ın Şiirleri, "Bütün Şiirler" adı altında çeşitli yazarlar tarafından bir kitapta toplandı

KÖROĞLU

KOÇAKLAMA

İki koçak bir araya gelende
Görelim ne işler meydan içinde
Kesilir kelleler boşalır kanlar
Yeğin olur leşker meydan içinde

Oklar uçup gider sahanlar gibi
Merd de aşıp gider aslanlar gibi
Kılıçlar oynaşır ceylanlar gibi
Kesilir ne başlar meydan içinde

Yiğitler çağrışır yaman gün olur
Allah Allah derler yüksek ün olur
Çarha çarha döğüşecek hun olur
Hasmın arar koçlar meydan içinde

Köroğlu'yum medhim merde yeğine
Koç yiğit değişmez cengi düğüne
Sere serpe gider düşman önüne
Ölümü karşılar meydan içinde


SÖZCÜKLER

çarha çarha döğüşmek : Döne döne döğüşmek, savaşmak.
hun : Kan.
koç : Yiğit, koçak.
yeğin : 1. Zorlu, katı, şiddetli, 2. Baskın, üstün.

AÇIKLAMALAR

Türk edebiyatında birden fazla Köroğlu vardır. Son araştırmalara göre 16. yüzyılda Özdemiroğlu Osman Paşanın İran seferine katılan saz şairi Köroğu ile Celali İsyanlarına katılan destan kahramanı Köroğlu ayrı kişilerdir. Bu iki şairin şiir-leri birbirine karışmış olabilir.

Okuduğunuz koçaklamanın destan kahramanı Köroğlu'ya ait olduğu sanılmaktadır.

Halk edebiyatında savaş ve kahramanlık duygularını coşturmak amacıyla yazılan şiirlere koçaklama denildiğini biliyorsunuz. Köroğlu, Dadaloğlu bu türde şiirler yazmışlardır.

KÖROĞLU

Köroğlu 16. yüzyıl saz şairlerindendir. Doğum ve ölüm yılları, yerleri belli değildir. Yaşamı etrafında oluşturulan öyküler Trakya'dan Azerbaycan'a kadar yayıldı. Bu öykülerin ışığında Köroğlu ile ilgili şunlar söylenebilir:

"Köroğlu'nun asıl adı Ruşen Ali'dir. Babası Yusuf, Bolu Beyin seyisidir. Bolu Beyi, seyisi Yusuf'tan iyi cins bir at getirmesini ister. Yusuf'u at almaya gön-derir; fakat Yusuf'un getirdiği tayı beğenmez ve gözlerine mil çektirir. Yusuf, oğlu Ruşen Ali'yi ve tayı alarak memleketten ayrılır. Ruşen Ali babasının tarif ettiği şekilde karanlık bir ahırda tayı yetiştirir. Kendisine de Köroğlu adı verilir. Köroğlu babasının öcünü almak üzere kıratı ile birlikte dağa çıkar. Her savaşta üstün gelir, beyden paşadan, tüccarlardan aldıklarını yoksullara dağıtır. 'Delikli demir (tüfek) icat olup mertlik bozulunca' arkadaşlarına dağılmalarını söyler ve kendisi de sır olur."

Köroğlu'nun yaşamı etrafında, koşuk-düz yazı karışık olarak oluşturulan öykülerin sayısı yirmi dörttür. Öykülerde yer yer destan ve masal ögeleriyle olağanüstü nitelikler yer alır. Öyküler kahramanlık, yiğitlik duygularının işlendiği şiirlerle sülenmiştir.

Köroğlu ile ilgili öykülerin sekizi Ümit Kaftancıoğlu tarafından "Köroğlu Kol Destanları" adı altında bir kitapta derlendi.
 

BABÜR ŞAH

BABÜRNAME

Biz Agra'ya geldiğimiz zaman, sıcak mevsimdi. Ahali korkudan tamamen kaçmıştı. Kendimize ve atlara zahire ve yem bulunmuyordu. Köyler, ayrılık ve nefret yüzünden, düşmanlığa, hırsızlığa ve yol kesmeğe başlamışlardı. Yollardan geçilemiyordu. Biz de hazineyi paylaşmakta olduğumuzdan, ayrı ayrı yerlere düzenli atamalar yapmağa henüz fırsat bulamamıştık.

O sene çok sıcak idi. Birçok adam, sam rüzgârının etkisi ile birden bire düşüp ölmeğe başladılar. Bu yüzden, beylerin ve iyi yiğitlerin bir çoğu soğumuşlardı. Hindistan'da kalmağa razı değillerdi ve hatta gitmeğe bile yüz tutmuşlardı. Böyle sözleri yaşlı ve deneyimli beyler söyleseler idi, ayıp değildi. Bunlar bu tür sözleri az söylediler. Bir kimsede biraz akıl ve mantık varsa, kendi¬sine açıkladıktan sonra, doğru ve eğriyi seçer, iyi ve kötüyü ayırt eder. Fakat bir adam, kendine göre, verdiği bir karar üzerine hareket ederken, söylenmiş olan söz¬lerin tekrarlanmasında ne zevk var. Genç ve küçüklerin ise, böyle sözle ve böyle tatsız fikirleri serdetmelerinin ne gereği var. Şurası gariptir ki bu defa Kabil'den hareket ettiğimiz zaman, bunların birkaçı yeni bey olmuşlardı. Ben onlardan, ateşe veya suya girsem ve çıksam, bunların da çekinmeksizin, benimle girip çıkacaklarını ve hangi tarafa dönersem, onların da benim tarafımdan olacaklarını ümit ediyor¬dum; yoksa ümidim, benim istediklerimin aksine konuşmaları ve hepsinin görüş birliği ve ittifakı ile karar verilen bir iş hakkında, daha görüşme bitmeden dönmeleri değildi.

Gerçi bunlar fena hareket ettiler, fakat Ahmedî Pervançi ile Veli Hâzin bunlardan da fena hareket ettiler. Kabil'den çıkıp, İbrahim'i mağlûp ederek, Agra'yı zaptedinceye kadar, Hoca Kelân iyi hareket etti. Cesur sözler söyledi ve faydalı fikirler ileri sürdü. Fakat Agra'yı aldıktan birkaç gün sonra, bütün fikri değişti ve gitmeğe çalışanlardan biri de Hoca Kelân oldu.

Halkın bu tereddünü öğrenince, bütün beyleri çağırarak, görüştük. Ben: "Saltanat ve cihangirlik vasıtasız olmaz; padişahlık ve emirlik, askersiz ve vilâyet-siz imkânsızdır. Kaç senedir gayret, edip, zorluklar içinde uzak yerler katederek, askerle yürüyüp, kendimizi ve askeri muharebe ve ölüm tehlikelerine koyuyoruz. Biz, Tanrı inayeti ile bu kadar kalabalık düşmanları yenerek böyle geniş memleket-leri aldık. Şimdi ise, hangi zorluk ve hangi zaruret yüzünden, böyle zahmetlezapdettiğimiz vilâyetleri sebepsiz bırakacağız. Kabil'e dönersek, tekrar sıkıntıya mâruz kalacağız. İyi niyeti olan hiç kimse, bundan sonra, böyle sözler söylemesin. Dayanamayıp, gitmek isteyen de gitsin ve bir daha geri dönmesin." dedim. Böyle akla ve uygun sözleri hatırlatarak, ister-istemez bu kaygılardan uzaklaştırdık. Hoca Kelân'ın askeri çoktur; hediyeleri o götürsün. Kabil ve Gazne'de de adam azdır; onları düzene alsın." diye karar verdik. Hoca Kelân, Hindistan'ı sevmediği için, giderken, evinin duvarına şu beyiti yazdırmış:

"Eğer sağ ve selâmet Sind'i geçersem ve bir daha
Hindistan arzusuna düşersem, yüzüm kara olsun."

Biz Hindistan'da iken, böyle alaylı bir beyit söylemek ve yazmak yakışıksızdır. Ben de doğaçtan şu rubaiyi yazıp gönderdim:

"(18 Eylül 1525- 8 Eylül 1526) "Babür, şükret ki kerim gaffar sana Sind, Hind ve çok mülk verdi; eğer sıcaklığına dayanamıyor ve soğuğun yüzünü görmek istiyorsan Gazne var."


SÖZCÜKLER

Agra : Hindistan'da bir kent.
ahali : Halk.
cihangirlik : Dünyanın büyük bir kısmını ele geçirme durumu.
gaffar : Tanrının adlarından biri.
maruz kalmak : Bir şeyin etkisinde kalmak.
saltanat : Sultanlık, hükümdarlık.
serdetmek : İleri sürmek.
tereddüt : İkircim.
vilayet : İl
zahire : Açlık, yiyecek.

BABÜR ŞAH (1483-1530)

Babür Şah 16. yüzyıl Hint-Türk imparatoru, şair ve yazarıdır. Timur'un torunlarından Fergana padişahı Ömer Şeyh Mirza'nın oğludur. 1483 yılında Fergana'da doğdu. Babasının ölümü üzerine on bir yaşında tahta geçti (1494). İlk hükümdarlık yıllarında amcası Semerkant padişahı Sultan Ahmet ve dayısı Moğol hanı Mahmut Han ile zaman zaman savaştı, zaman zaman barıştı. Özbek hükümdarı Şeybani Han ile yaptığı savaşta yenildi. Taşkent'e, dayısının yanına sığındı. Yenilgiye rağmen yılmadı, gücünü korudu. 1504'te Kabil'i ele geçirerek oraya yerleşti, Hind-Türk İmparatorluğunu kurdu. 1530 yılında Agra'da öldü. Vasiyeti üzerine Kabil'e götürüldü ve buraya gömüldü.

Babür Şah, "Babürname" adı verilen (kendisinin ise "Vekayi" adını verdiği) eserinde hayatının 1494 yılından 1529 yılına kadarki dönemini anlattı .Eserde , gezip gördüğü olayları, yerleri, karşılaştığı insanları, bölgesel özellikleri açık yalın bir dille yazdı. Kendisiyle ilgili bölümlerde de son derece dürüst davrandı. İyi ve kötü davranışlarını, başarılarını, yenilgilerini ve yaşadığı devrin tarihsel olaylarını dile getirdi.

Babür Şah, bir asker-komutan olarak ordular yönetti, ata bindi, ok attı, şiir, edebiyat, müzik ve yazı gibi güzel sanatlarla ilgilendi.

Babür Şahın en önemli eserleri şunlardır: "Babürname" ve "Divan". "Babürname" gezi-anı türünde kendi yaşam öyküsünün anlatıldığı bir eserdir. "Divan" da ise; gazel, kaside, rubaî ve mesnevileri yer almaktadır.

Babür Şah hangi lehçede eserler vermiştir? Eserlerindeki anlatım özelliğini belirtiniz.
 

LATİFİ

ŞEYHÎ

Şehr-i Kütahya'dandır. "Hekim Sinan" demekle ma'rûf idi ve etıbba miyânında hazakat ve maharetle mevsûf idi. Şuarâ-yı Rûm'un kıdemâ-ından ve Şeyh Hacı Bayram-ı Ankaravî'nin hulefâsındandır.

Zebân-ı Türkide kıssa-i Husrev ü Şirin'i andan şirin demiş yoktur. Eğerçi o nazm-ı bî-nazîre nazire demiş çoktur, amma ol mertebeye ermiş yoktur.

Üslûb-i kaside ve mesnevide mümtaz ve fâiktir, amma tarz-ı gazelde üslûb-ı sabıktır.

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

Kütahya şehrindendir. "Hekim Sinan" diye tanınırdı ve doktorlar arasında ustalığı ve becerikliliği ile bilinirdi. Anadolu ozanlarının eskilerinden ve Ankaralı Hacı Bayram'in halife (vekil) lerindendir.

Türk dilinde Husrev ve Şirin hikâyesini ondan şirin (tatlı, güzel) demiş yoktur. Gerçi o benzersiz nazma nazire demiş, çoktur; ama o dereceye ermiş yoktur.

Kaside ve mesnevide seçkin ve üstündür, ama gazel yolunda eski üslupludur.

SÖZCÜKLER

etibba : Hekimler, tabipler.
faik : Üstün.
hazekat : Ustalık.
hulefa : Halife (vekil).
kudema : Kıdemli, eski.
maaruf : Bilinir, tanınır.
mevsuf : Vasıflandırılmış.
miyan : Arasında.
mümtaz : Seçkin.
nazm-ı bi-nazire: Benzersiz şiir.
sabık : Eski.
şîrin : Tatlı, güzel.
şûara-yı Rum: Anadolu şairleri.
zeban : Dil.


LATİFİ (1491-1582)

Latifi 1491 yılında Kastamonu'da doğdu, Asıl adı Abdüllatif tir. Küçük yaşta şiir yazmaya başladı, öğrenimini tamamladıktan sonra kâtip oldu. Defterdar İskender Çelebi'ye sunduğu "Bahariyye" kasidesi üzerine imaret kâtibi olarak Belgrat'a gönderildi. 1543'te İstanbul'a dönerek tezkiresini yazmaya başladı. Tezkiresini 1546'da tamamladı ve Kanunî Sultan Süleyman'a sundu.

Latifi, imaret katibi iken Rodos imaret katipliğine atandı ve oradan Mısır'a gitti. Mısır'dan da Yemen'e giderken bindiği geminin batması sonucu 1582 yılında öldü.

Latifi, eserinde 15. yüzyıl ile 16. yüzyıl ortalarına kadar yetişmiş şairlerin yaşam öykülerini anlattı. Şairlerin yaşam öyküleri yanında eserlerinden örnekler verdi. Hatta bir kaçını da eleştirerek uygun kararlar verdi.

Latifî'nin tek eseri "Tezkire-i LatifT'dir. Ele aldığı şairlerin doğum ve ölüm yılları ile doğum yerleri çoğu kez yok gibidir. Hatta bahsettiği şairlerin bir kısmını Kastamonulu olmadıkları hâlde buralı göstermesi eleştirilmiştir.

Latifi yabancı sözcüklere ve dil kurallarına çokça yer vermiştir ve çeşitli söz oyunlarıyla eserini süslemiştir. Eseri bu bakımdan sanatlı düz yazıya örnek oluşturur.
 

MİRATÜ'L MEMALİK - SEYDÎ ALİ REİS

Kendisiyle sohbet ederken bana bir gün Burak Han "Seyr olunan şehirler-den kaysı şehir matbuunuz oldu?" diye sordu. Ben de Necati'nin,

"Dil ser-i kuyun koyup etmez bahişt arzu
Her kişiye kendi şehri yeg gelür Bağdat'tan"

diye karşılık verdim. Han hoşlandı. "Gerçekten doğru söylersin, öyledir." diye buyurdular. Hanın elçisi Sadrıâlem Şeyh, Türkistan yolu ile gitmek istedi. O yol-larda Mangıt yani Nogay tayfasının halka zulmü ve tecavüzü duyuluyor, onun kazağı ve karakçısı sayısızdır, Müslümanlara hiç yol vermezler, bulduklarını ille de soyarlar, onların türlü türlü düşmanlıkları halkın arasında bilinmektedir. Bundan dolayı o yol tutulmayıp Buhara'ya yönelince Burak Han bana "Seyyid Burhan yine bize aykırı davranmaktadır, oğlum Harzemşah'la düşmanlık gütmektedir, diye duyuluyor. Öyle ise Gucduvan'a elçi varıncaya dek eğlenin ve soruşturup görün; eğer birbirlerine düşman değillerse o yoldan gidin, yoksa elçi gelinceye dek orada oturun. Ondan sonra yanınıza adam koşup sizi Buhara'dan geçirsinler." dedi. Gerçekten biz de öyle yaptık. Mübarek ramazanın beşinci günü (24 Temmuz 1555) yola girdik. Kale diye bilinen şehre geldik. Oradan Kerminiye şehrine varıldı. Sonra Düâbe'den Semerkant Irmağı geçildi.

SÖZCÜKLER

Gucduvan : Buhara köylülerinden.
karakçı : Yol kesen, haydut.
kazak : Hırsız, eşkiya, yol kesen.
Mangıt,Nogay: Moğollardan ayrılma bir Türk boyu, Türkçe konuşurlar ve çoğu Kazan'da otururlar.


AÇIKLAMALAR

Okuduğunuz parça, Seydî Ali Reis'in "Miratü'l Memalik (Memleketler Aynası)" adlı eserinden alınmıştır. Yazar, Basra'da kalan Türk donmasını getirmek üzere görevlendirilir. Ancak çok kuvvetli olan Portekiz donanmasını yaramaz, fırtınaya tutulur ve Hindistan kıyılarına çıkmak zorunda kalır. Hindistan, Horasan, İran yoluyla yurda döner. Yazar, aşağı yukarı üç yıl süren bu yolculuk sırasında gördüğü ilginç olayları, başından geçenleri bu eserinde anlatır.

Metinde geçen Burak Hanın sözünün anlamı "Gezip gördüğünüz şehirler-den hangisini beğendiniz." Necati'nin beyiti ise "Gönül senin olduğun yeri bırakıp da cennet dilemez, herkese kendi şehri Bağdat'tan yeğ, daha iyi gelir." demektir.

SEYDÎ ALİ REİS (1498-1562)

Seydî Ali Reis 16. yüzyıl denizci, şair, bilgin ve seyahatname yazarıdır. Sinoplu denizci bir ailenin çocuğudur. 1498 yılında doğdu. Tersanede yetişti, Rodos'un fethinden başlayarak (1522) donanmanın Akdeniz'deki bütün eylemlerine katıldı. Pirî Reis'in Umman Seferi'nde Basra'da kalan donanmayı getirmek üzere görevlendirildi. Ancak çok üstün kuvvetteki Portekiz donanmasını yaramadı. Tutulduğu fırtına soncu Hindistan kıyılarına sürüklendi. Karaya çıkmak zorunda kaldı. Hindistan, Horasan ve İran yoluyla yurda döndü. Basra'dan başlayıp Hindistan, Horasan, İran yoluyla yurda dönüş maceralarını "Miratü'l Memalik (Memleketler Aynası)" altında hazırladı ve Kanunî'ye sundu. Padişahın takdirini kazandı ve 1562'de öldü.

Seydî Ali Reis, gezi edebiyatımızın ilk örneklerini verenlerdendir. Basra'dan başlayıp Hindistan, Horasan ve İran üzerinden İstanbul'a yapılan yolcu-luk üç yıl sürmüştür.Yazar geçtiği yerlerde gördüğü ve başından geçen olayları eserinde anlattı. O bölgeleri tanıttı. Araya yer yer öyküler kattı ve beyitlerle eserini süsledi.

Seydî Ali Reis astronomi, coğrafya ile ilgili görüşlerini "Muhit" adlı eserinde topladı. Gençliğinde bilim ve edebiyatla da ilgilenen Seydî Ali Reis, Katibi mahlasıyla şiirler yazdı.

Seydî Ali Reis'in "Miratü'l Memalik" ve "Muhit" adlı iki eseri vardır.
 


ÂŞIK GARİP

ÂŞIK GARİP HİKÂYESİ

Aşağıdaki parçada Asık Garip'in Tiflis' e gelerek Şah Sanem i araması anlatılmaktadır

Ertesi sabah, aldı sazını eline, erkenden çıktı sokağa, sorup soruşturdu, öğrendi ki Unkapanı denilen yerde Deli Mahmut derler birinin kahvesi vardır. Yedi ülkeden gelme ozanların tümü orada toplanır, koşma koşar, türkü düzer, birbirlerini sınava çekerler. Garip'tir, bunu duyar da durur mu? İki bir demeden vardı Deli Mahmut'un kahvesine. Dalında sazı, kapıdan içeri girdiğini görür görmez koştu Deli Mahmut, buyur etti, yer gösterdi öteki ozanların yanında. Bir boyuna boşuna baktı âşıklar, bir yaşına başına, dilleri varmadı âşık demeye. "Olsa olsa saz tut¬masını, tele vurmasını bilmezin biridir bu. Hele bize şenlik çıktı, çaldırır söyletir de güleriz biraz." dediler içlerinden. Konuşma olsun diye yerini yurdunu sordular.

Tebrizli olduğunu duyunca, içlerinden biri el attı sazına, bin cakayla düzen verdikten sonra kırk yıllık bir Tebriz koşması çaldı. Sözünü bitirip sazını yamacına asınca, "Eee, hadi bakalım. " dedi, "Üç beş kez de sen vur şu sazın teline. Tebriz ilinden ses ver de dinleyelim bir yol."

Vurdu sazın teline Garip, hem söyledi hem dinletti:

" Dinleyin ağalar ben de diyeyim
Açılır baharda gülü Tebriz'in
Düğünde bayramda atlas giyerler
Bozulmaz yeşili, alı Tebriz'in

Tebriz'in çevresi dağdır, meşedir
İçinde oturan beydir, paşadır
Sekiz bin mahalle, yüz bin köşedir
Çarşısı, pazarı, yolu Tebriz'in

Cuma günü güreşçiler yağlanır
Yoksullar, sayrılar orda sağlanır
Günde üç yüz deve yükü bağlanır
Gider ilden ile malı Tebriz'in "

Garip sazına yumulmuş kendinden geçmiş söyleyedursun, dağı taşı sardı yanık sesi, dağların kurdu kuşu kaldı, kahveye doluşmadık. Kalabalık, sokaklara taştı.

Kahvenin az ötesinde Bilge Sinan derler okumuş yazmış, sevilen sayılan bir adamın konağı vardı. Sofrasında herkese yer verir de sazdan anlayanı baş köşeye oturturdu bu Bilge Sinan. Uzaktan uzağa kulağına çalınan sesi, yarım yamalak duyup kahvenin önüne biriken kalabalığı görünce uşağını yolladı; kimdir, kim değildir anlasın diye. Uşak gelip iki satır dinledikten sonra bir koşuda döndü konağa. "Âşık ki ne âşık." dedi Sinan'a, "Dinleyen diline, dinlemeyen derdine yanar. Doğrusu âşığın böylesi ne görülmüş ne de duyulmuştur. Sazı sözü kişinin içine işliyor, yüzü gözü desen dört yana ışık saçıyor."

Bunu duyar da Bilge Sinan durur mu? Koştu kahveye. Onca kalabalığın arasından zar zor geçip girdi içeri, bir yer açtılar, durdu. Oturdu ya kalabalıktan yüzünü görmek bir yana, sesini bile duymak güç âşığın. Her kafadan bir ses, her boğazdan bir başka nefes çıkıyor. Kimi alkışlıyor, kimi yamacına dikilmiş sırtını sıvazlıyor, Garip'in. Ne yapacağını şaşırmış Garip, eli sazında sözü ağzında kalakalmış, bir sağa bakıyor, bir sola.

Adı üstünde, Deli Mahmut demişler, davranıp susturdu herkesi, uzaklaştırdı Garip'in yamacından. "Hele oturun boş bulduğunuz yere, sesinizi soluğunuzu tutun da ağzında kalanı diline vursun, diyeceğini bitirsin âşık." diye bağırdı Eh, isterlerse susup bir kıyıya oturmasınlar. Herkes sustu, yerine yerleşti. Bıraktığı yerden başladı Garip:

" İpekleri Hint'ten bükülür gelir
Buğdayı, pirinci ekilir gelir
Koyunu ağıldan çekilir gelir
Gürcistan'dan gelir balı Tebriz'in

Bir ulu çay vardır ortadan akar
Güzelleri her gün bağlara çıkar
Âşıklar bağrını odlara yakar
Ötüşür bülbülü, gülü Tebriz'in

Ermiş dolusundan içtim yanarım
Gönlü tutku coşkusunda eğlerim
Ben Âşık Garip'im över söylerim
Benim şimdi Rüstem Zal'ı Tebriz'in"

Söz bitti, saz asıldı, duyan duymayan parmak ısırdı ,alkış tuttu Garip'e. Deli Mahmut'tan kimin nesi olduğunu öğrendikten sonra Garip'i yanına çağırdı Bilge Sinan, sırtını sıvalayıp bir kese verdi eline. "Yüreğimizi ısıttın sazınla, sözün¬le, ağırlığınca altın azdır ya sana, ananla bacına bir şeyler alır, gönüllerini yaparsın bununla." dedi.

Bilge Sinan'ın verdiği armağanı aldıktan sonra, anasıyle bacısının yanına gitmek üzere kahveden ayrıldı Garip.

ÂŞIK GARİP (16. yüzyıl)

Âşık Garip'in yaşamı etrafında oluşturulan öykünün özeti şöyledir:

Âşık Garip, Hoca Ahmet adlı bir tüccarın oğludur. Gerçek adı Resul'dur. Resul babasını kaybedince çevresindeki kırk haramileriyle birlikte yer içer ve bu yolda tüm servetini yitirir. Mal mülk bitince çevresindekiler de ortadan kaybolur. Annesi ve bacısıyla cami avlusunda kalakalır. Bir gün rüyasında pirin elinden aşk dolusunu içer ve Şah Senem adlı bir kızı görür, aşık olur. Sevdiği kızı bulmak için Tiflis'e gelir. Bilge Sinan'ın kızı Şah Sanem'i bulur, istetir, ancak kızın babası etraftakilerin de sözleriyle "fakir olduğu için" vermek istemez kızını. Garip para biriktirmek için gurbete çıkar. Tiflis'e, Erzurum'a, Halep'e uğrar. Gerekli olan parayı biriktirir ve Şah Sanem'le evlenir ve mutlu olur.

16. yüzyıl Osmanlı Devleti'nin en güçlü olduğu dönemdir. Bu yüzyılda ülkenin sınırları Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarına dek yayıldı. Akdeniz bir iç deniz hâline geldi. Türk donanması Atlas Okyanusu'na ve Hint denizlerine dek açıldı. İçte ve dışta çok güçlü bir yapıya sahip oldu.

Bu yüzyılda kültür, sanat ve edebiyattaki gelişme en üst düzeye ulaştı. Türk edebiyatı; Anadolu, Azeri ve Çağatay bölgesinde gelişti. Dönemin padişahları şiirle ede-biyatla uğraştılar, sanatçıları koruyup kolladılar. Divan edebiyatında Fuzulî, Bakî, Zatî, Hayalî, Nev'î ve Bağdatlı Ruhî gibi şairler yetişti; tasavvuf edebiyatında Şah Hatayî (Şah İsmail), Pir Sultan Abdal çok sayıda şiirler yazdı. Ayrıca tasavvuf edebiyatından ayrı aşık edebiyatı oluştu.

Dilimize Arapçadan, Farsçadan çok sayıda yabancı sözcük ve dil kuralları girm¬eye devam etti. Bu yüzyılda düz yazıda ve koşukta ağır bir dil kulanıldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder