18 Şubat 2017 Cumartesi

14 Mart Tıp Bayramının Önemi

Türklerin, Orta Asya'da bulundukları zaman kendilerine mahsus bir tababetleri olduğu şüphesiz ise de o devirlerden bize kadar gelmiş yazılı belgelerin azlığı bu konuda fazla söz söylememize imkân vermemektedir. Bununla beraber eski Türk tıbbının da Çin, Tibet, Hind tababetlerinden müteessir olduğu, onlara benzeyen bir tedavi usulü takip ettikleri muhakkak gibidir.

Türkler İslamlığı kabul ettikten sonra hekimliklerini de yeni dinin icaplarına uygun bir şekilde geliştirmişlerdir.

Bilindiği üzere İslam tababeti Laique esaslara göre kurulmuş olan Hippocrate tababetinin devamından ibarettir.

Hippocrate


Ege Denizinin İstanköy denilen Cos adasında İsa'nın doğumundan önce 460 yılında dünyaya gelip, 90 yıl yaşayan büyük üstat, tababeti Rahiplerin elinden kurtarmış, onu ancak Ladini diyeceğimiz esaslar üstüne kurmaya çalışmıştır. Bu hal Tıbbın hızla gelişmesini, ilerlemesini mucip olmuş, gerçi vakit vakit duraklamalar, bazen gerilemeler olmuşsa da bunlar nihayet kısa müddetlere sığmıştır,

Miladi VIII. asrın ortalarında Bağdat dolaylarında teşkil edilen Abbas oğulları Devleti, Emevi hanedanı gibi mutaassıp, Arapçılık temellerini savunan bir hükümet olmamış, daha ziyade İran'ın Sasani hanedanını örnek olarak almıştır.

Yunan Tıp kitaplarının önce Süryani diline, oradan Arapçaya tercüme ettiren Abbasi oğulları kadar hiç bir hanedan dünya ilmine hizmet etmemiştir, denilirse mübalağa edilmemiş olur. Bizanslarla yapılan harplerde barış antlaşması sırasında falan, şehirdeki kilisenin kitaplığında bulunan Hippocrate'nin şu tarihte yazılmış nüshasını verdiğiniz takdirde bu kadar esir yahut falan asilzade para alınmadan salıverilecektir şeklinde maddeler koymuşlardır. Böylelikle Bizans ülkesinde sönmeye yüz tutan Tıp güneşi, Mezopotamya’da Müslüman bir devletin himmet ve gayreti ile yeniden parlamaya başlamıştır. Gerçi tercümanların çoğu Hıristiyan yahut onun bir mezhebi olan Nasturi yahut Yahudi iseler de fakat yaptıkları tercümeler Arap diline ait olduğu için bunların hepsini, hatta bazen aralarında Mecusi dininden tabipler de olduğu halde Arap yahut İslam Tıbbının temellerini atmış oldular.

İbn-i Sina


XV. yüzyılda karanlıklar içerisinde bocalayan, hatta. ünlü kralların okuyup yazma bilmeyen Avrupa Renaissance denilen bir devreye girerken Tıbbı Arapların tercümelerinden değil, asıl Yunancasından okumak istediklerinde, ellerine doğru yazılmış nüshalar geçiremediler. O zaman Abbasiler devrinin mütercimleri tarafından kendi dillerine çevrilen kitaplara müracaat ederek bunları Latinceye tercüme ettiler. Hemen şunu söyleyelim ki Barbar Latincesi denilen bir üslupla yazılmış kitaplardan mana. çıkarmaya imkan yoktur. Çünkü Arapça kelimeleri Latinise ederek işin içinden kurtulmak istemişlerdir. Onun için mesela. meşhur İbn-i Sina'nın Elkanun Fittıp ünvanlı 5 kitaptan meydana gelen 3 büyük cildin Venedikte yapılan latince tercümesini okuyup mana çıkarmaya imkan ve ihtimal yoktur.

Bazı örnekler verelim: Kuyruk kemiğ'i arapçada Al'as'as olduğu halde Latince tercümesinde Alhashas, Alkatan ise Alchatim (Bel kemiğ'i) demektir. Al-ajuz veya Al-auis. Akıl dişi demek olan An-nawadjidh yerine Latinler nuaget veya neguegidi (Arapça ile uğraşanların malümu olduğu üzere Mısır'da C harfi yerine G harfi gibi telaffuz olunur müsteşrikler de öyle yazarlar. Necip Nagip diye yazarlar.)

Avusturya'lı şöhretli Anatomi bilgini Hyrtl'in : "Das Arabische und Hebraische in der Anatomie (Vienne, 1879) kitabında yüzlerce bu neviden garabetler toplanmıştır. Bununla beraber Arapların lehine olarak şunu söylemek yerinde olur ki bu mütercimler Yunan kelimelerini az sayıda Arapçalaştırmışlardır. Mesela Anfas yani nefse ait kelimesini Latin Barbarlar Abgas yapmışlardır. Demek hem N harfini B okumuş hem de F harfini G zannetmiştir. Böyle birçok şeyler sıralanabilir

Eğer İkinci Cihan harbi patlak vermemiş olsa idi, Alman müsteşrikleri İbn-i Sina'nın Kanun kitabının en eski nüshalarını incelemek suretiyle edition Critique denilen şekilde metnini bastırıp, sonra bunu Almancaya tercüme etmek kararında idiler. Lakin harp bu kutsal amacın gerçekleşmesine engel oldu. Oysa; Ruslar Kanunu kendi dillerine tercüme ederek 3 büyük cilt halinde yayınlamışlardır.

Anadolu'daki Türk tababeti Selçuklularla beraber başlar. Elbette bunun içerisine Sümerler'den, Akatlar'dan, Asur ile Babil tababetinden nihayet Anadolu'da Hititlerden beri yaşamakta olan inanç ve geleneklerden birçok şeyler de katıldığı için Türk halk tababeti henüz el sürülmemiş bir konu halinde kendisine eğilecek başı beklemektedir. 

Anadolu'da ilk Türk Hastanesi Hicri 602, Miladi 1206 yılında Kayseri'de II. Kılıç Arslan'ın kızı Gevher Nesibe Sultan'ın vasiyeti üzerine kardeşi I. Giyaseddin Keyhüsrev tarafından inşa ettirilmiştir, Kayseri'nin Hacı İkiz mahallesinde yan yana, birisi, Gıyasiye, diğeri Şifaiye adını alan bu azametli yapılar aradan 754 yıl geçmiş olmasına rağmen hala sapa sağlam kalmış olması Selçuklu atalarımızın hem medeniyet severliklerini, hem yurtlarını sağlık kurulları ile süslemek istediklerini göstermesi bakımından özel bir değer taşıdığı gibi, Türk Tıbbının da 754 senelik (Tabii Anadolu'da) bir ömre sahip olduğunu bildirmesi yönünden iki defa önem kazanır.

Gevher Nesibe Sultan


Son Selçuklu padişahı II. Giyaseddin Mesut 1308 yılında inmeli olarak yattığı hasta yatağında ölmüş, imparatorluğun yerinde 11-12 Türk devleti kurulmuştu. Bunlar arasında Bitini dediğimiz Bursa dolaylarında teşekkül eden Osmanlı devleti zamanla gelişerek bütün Anadolu'yu Selçukluların kırmızı zemin üstünde beyaz ay yıldızlı bayrağı altında birleştirmişler, yeniçeri adını verdikleri mühim bir askeri teşkilatla imparatorluklarını Avrupa, Asya, Kuzey Afrika da kurmuşlardı.

Her tabiat hadisesinde olduğu gibi zamanla ihtiyarlamış, yeniçeriler artık harpten ziyade devletle kavga eden, ona karşı gelen bir unsur olmuştu.

II. Sultan Mahmut devrinde tekrar kazan kaldırmışlar, 15 Haziran 1826 Perşembe günü vücutları dünya haritasından silinip süpürülmüştü.

Yeni kurulan Askeri müesseseye, yeni usullerle okuyup hekimlik öğrenmiş tabipler bulundurulması lüzumu ortaya çıkmıştı.

Bu günkü Sağlık Bakanı demek olan Hekimbaşı, hem padişahın hususi tabibi hem de bütün Türk topraklarındaki hekimlerin başı idi. Büyük şairimiz Abdülhâk Hamit Beyin dedesi Abdülhâk Molla'nın büyük kardeşi Mustafa Behçet Efendi (1188/1774-1249/1834) Hekimbaşılığının 3. devresini yapmakta idi. O, iyi İtalyanca biliyordu. Dilimize Oeures de Buffon, yani meşhur üslubu beyan aynı ile insandır sözünü söyleyen Fransız bilgini Buffon'un eserlerini dilimize tercüme ettiği gibi çiçek hakkındaki Jenner (1749-1823) in İtalyancaya tercüme edilen çiçek aşısını Türkçeye çevirmiş. Viyanalı Cerrah, Alim Plenck'in Firenginin tedavisi hakkında kendi icadı olan Civa merheminin hususi hazırlanması hakkındaki Latince eseri İtalyanca tercümesinden dilimize çevirmiştir. 

İşte böyle bilimsel kitapları İtalyancadan dilimize tercüme eden Behçet Efendi Sultan Mahmud'a o zaman Layiha, şimdi rapor değimiz önemli bir belge ile Anatomi derslerini Kadavra, yani insan ölüsü üzerinden okutacak tertibatı haiz olmak, öğretim dili İtalyanca bulunmak, hocalarının hepsi Müslüman olması şartıyla 14 Mart 1827 yılında Şehzade başında Tıphane adıyla bir mektep açılmıştı.

İşte 1976 yılından beri düzenli olarak kutlamakta olduğumuz 14 Mart bize iki şeyi hatırlatır. Birisi 754 yıllık Anadolu Tıbbiyesini. Diğeri ise yenileşme gayretimizin eseri olan Tıphanenin açılış gününü kutlamak amacıyla toplantılarımızı yaptığımız ve yapmakta devam edeceğimizi anlatır.

Çoğunun isimleri unutulmuş olan ve Tıbbımıza büyük hizmetleri geçen hekimlerimizle Devlet adamlarımızın hatıralarını saygı ile anarken daha çok yıllar bayramlar idrak etmemizi de ayrıca dileriz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder