11 Nisan 2017 Salı

Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı

Mehmed Âkif 1873’te Fattih’in Sarıgüzel mahallesinde doğdu.

Akif’in babası Temiz Tahir Efdendi, annesi ise Buharalı Emine Şerife Hanımdır.

Ailesinin ilk çocuğu olan Âkif’e  babası ebced  hesabı ile doğum yılına tarih düştüğü için Ragif adını verdi. Fakat bu isim pek kullanılmadığı için annesi ve arkadaşları tarafından Âkif diye çağrıldı. O da sonra  bu adı kabullendi.

Âkif dört yaşında  Emir Buhari  Mahalle Mektebine gönderildi ve ailede aldığı eğitim mekteple takviye edilerek terakkiye başladı. Babası Tahir Efendi, oğlunun tahsil ve terbiyesi ile bizzat meşgul oldu.

Mahalle Mektebini ve Fatih Merkez  Rüştiyesini bitiren Âkif’i  annesi medreseye göndermek istese de  babası bu bilgileri kendiside öğretebileceğinden, onun Mekteb-i Mülkiyenin İdadi kısmına gitmesini arzu etti. Buna rağmen Akif’i meslek ve mektep seçiminde serbest bırakınca , o da  zamanın gözde mektebi olan mülkiyeyi seçti. Bunun üzerine sevinen babası cebinde oğlunu idadiye yazdıracak parası olmamasına rağmen kaydını yaptırdı.

Burada da başarılı olan Akif, bunun yanında babasından aldığı Arapça derslerini oldukça ilerletti. Esat Dede isimli hocasından da Farsça dersleri almaya başladı.

Fakat bunlar Şark’a ait dillerdi ve bu asırda Garb’ı  bilmemek büyük ayıptı. Kendi kendine Fransızca öğrenmeye koyulan Akif dilden ve diğer derslerden de birinci duruma yükseldi.

Âkif bütün bunların yanında bir de güreş’e gidiyordu. Diğer yandan da çeşitli kitaplar okuyarak zaman geçiriyordu ve bu okuma zevki ona yeni bir yetenek kazandırdı:

ŞİİR!

Âkif şiir kitaplarıyla yetinemeyip şiir yazmaya başladı.

Mehmed Âkif Mülkiye Mektebinin idadi kısmını bitirdikten sonra, aynı okulun yüksek kısmına girdi. Gövdeleşmeden meyve verip dal budak salan ağaç gibi, bir çok sahada başarıyla ilerleme ve gelişme yoluna girdi.

Fakat bu, şartların bitişe zorladığı bir başlangıç oldu. Ferdi ve Cemiyeti saran felaketler zincirine yeni halkalar eklenirken, herkesin birşeylerini kaybettiği bu “felaket ve helaket” arasında Akif önce babasını kaybetti.

1889yıılı yazında Yakacık’ta kaldıkları zaman meydana gelen bu vefatı ailenin o zamana kadar tattığı acıların ilki değildi, ama en büyüğü idi. Bu acının üzerinden daha bir yıl geçmeden yegane mal varlıkları olan Sarıgüzel’deki ev  ve eşyaların tamamen yanması, aileyi büsbütün sefalete ve yalnızlığa itti.

Bu felaketten ailesini kurtarabilmek için Akif, Mülkiyeyi bıraktı. O zaman yeni açılan ve iş imkanı fazla olan Halkalı Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi.

Âkif’in bu yıllara yenik düşmesi gerekirken, Akif derslerinin yanında güreş, yüzme, yürüme, koşma, taş atma, ata binme gibi sporlarda da önemli başarılara imza attı.

Bütün bu başarılı çalışmalara hayatı boyunca devam eden Akif, Baytar Mektebini de birincilikle bitirdi.

Daha sonra sari hayvan hastalıkları işi üzerinde vazifeye başladı ve çeşitli bölgelerde görev yaptı. Bu arada, babasının doğum yeri olan İpek’e gitti ve amcalarıyla görüştü.

Mehmed Akif  memuriyete başladıktan sonra 1894 yılında Tophane-i Âmire veznedarı  Mehmed Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi ve bu izdivacın ilk yılında Cemile adlı bir çocukları oldu. Cemileden sonra, Feride ve Suadi daha sonrada İbrahim Nedim, Emin ve Tahiri adlı çocukları dünyaya gelen Akif Ailesi, hayatlarının başında tattıkları saadet ve mutluluğu, tevekkül ve samimiyetleri sayesinde hayatlarının sonuna kadar taşıyabilen nadir ailelerden biri durumuna geldiler.

Akif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yapmaya başladı. Daha sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde de dersler verdi.1908’de Darülfünun Umumi Edebiyat müderresliğine tayin edildi.

Felaketlerin gelmek için sıra beklemediği bu zamanda vatana ve Akif’in vicdanına en büyük darbe Arnavutluk İsyanı oldu.

Akif bu gibi felaketlerin ardından daha büyük hareketlerin doğacağını hissetti ve o ihanetler doğmadan milleti cesaretlendirip mukavemete hazırlamanın yollarını aradı.

Bu arada sadece  çağırmanın yetmeyeceğini bilen ve memleketi kurtaracak, milletin ümidini yeniden alevlendirecek davetsiz ve vazifesiz  gönül fedailerinin ortaya çıkması gerektiğine  inanan Akif, Ziraat Nezareti ve Darülfunundaki vazifelerinden istifa ederek şahsi ve acı ihtiyaçlarını unutup milletin ıztırabını dindirmeye koştu ve  söylediklerini ilk defa kendisi tatbik etmeye başladı.

Fakat bütün bu gayretler  felaketi önlemeye yetmedi. Balkanlarda gittikçe çoğalan kin ve husumet dolu azınlık ayaklanmaları, Batının himayesi ile savaş şeklini aldı ve binlerce insanı heder eden bir hüsranla bitti.

Akif, iman ve heyecanın terennümü olan onlarca şiir yazdı. Bu şiirler dilden dile, gönülden gönüle  yayıldıkça, vatanın her yerinde bir canlanma, milletin her ferdinde bir  kımıldama görüldü ve Balkan faciasının yaraları el birliği ile sarılmaya başladı.

Akif bu geçici sükunetten faydalanarak Mısır seyehatine çıktı. Mısırın eski harabelerini ve tarihi yerlerini gezdi. Özellikle  El-Uksur, çok dikkatini çekti ve               “El-Uksur’da” şiirini yazdı.Mısırdan Medineye geçen şairin bu seyahati iki ay kadar sürdü ve daha sonra İstanbul’a döndü.

Alman İmparatoru Vilhelm’in daveti üzerine oradaki Müslüman esirlerle görüşüp onları işrad etmek üzere  Akif’in Şeyh Salih Şerif  Tunusi ile yaptığı Almanya seyahati, teşkilatın bu çalışmalarını yerinde gerçekleştirmişti.

Mehmed Akif  1914 yılında Berlin’e  vardığı zaman kendisine büyük bir otelde geniş bir oda ayrıldı, fakat o burada kalmayı kabul etmedi ve tren istasyonu karşısındaki  üçüncü sınıf  bir otele yerleşirken de Almanyanın  tarihi boyunca  hiçbir ferdinde göremeyeceği bir fedakarlık ve fazilet örneği gösterdi.

Akif Almanya’da ilk iş olarak  İngilizlerle aynı safta bize karşı çarpışırken  esir düşen Müslümanlarla görüştü, onlara  Osmanlı Devletinin durumunu  anlattı; hilali kurtarmak gayesi ile savaşa sürüldüklerini söyleyerek pişmanlıklarını ifade etmeleri karşısında; “Bizim  en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün Müslüman aleminin başlıca müsabi bu afet. Onu yenmedikçe, hiçbir ciddi ve şerefli  netice elde edilemez. Bence  İslam’ın büyüklerinin yapacağı tek şey, birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyedi  içinde diyar diyar gezmek, işrad etmek...” diyerek memleket için yapılması gereken ilk ve en önemli çalışmayı belirtti.

Akif Almanya’dayken Çanakkale Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Başka cephelerde de savaşın şiddeti Çanakkale’dekinden az değildi, ama millet  bütün ümidini Çanakkale Savaşının neticesine bağlamıştı. Savaşın kazanılması Civan harbinin seyrini bizim  ve müttefiklerimizin lehine belki değiştirirdi.

Akif İngilizlerin dessas planları karşısında ümidini Çanakkale’ye bağladı

“Allah, Allah” sadeleri, namertlerin çelik namlularını  karton borular gibi buruşturup yerin dibine batırırcasına, alın terleri gibi tuzlu ve temiz boğazın sularına gömünce, heyecanla hep bu anı bekleyen Akif , “Demekki ölmüyoruz haydi arkadaş gidelim” diye haykırarak Almanya’dan öyle coşkun heyecanla döndü ki, Necid çölleri  bile onun, vatan toprağına en uzak köşelerine kadar gitmesini engelleyemedi.

Bu sırada Osmanlı Devleti ve İslam aleminde  ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve İslam’a  yapılacak hücumları cevaplandırmak için Darü’l-hikmeti’l İslamiye  Cemiyeti kuruldu. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman, Said Nursi gibi devrin  meşhur ve müntaz alimleri  bu cemiyete üye, Mehmed Akif’de  başkatip olarak tayin edildiler.

Bu, Akif’in  Ravza-i Mutahharadan getirdiği gül fidanlarının gönüllere  dikmesi için en güzel fırsattı. Bu maksatta hemen işe başladı, bir yandan içten ve dıştan  İslam’a yapılan  hücumlara  cevap vermeye çalışırken diğer  yandan Said Halim paşanın İslamlaşmak adlı eserini Fransızca’dan Türkçe’ye çevirdi.

Gönüllere ekilen bu iman ve fikir fidanlarının daha gün yüzü görmeden mütareke  kara bir kabus gibi bütün memleket ufuklarını kapatmıştı.

Akif, bu karanlık kaynaşmada, nazarını  yine  semaya çevirdi ve kutup yıldızına bakarak yönünü tayin edercesine  Anadolu’da başlayacak bir mukavemete katılmaya karar verdi.

Bu sırada İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ve katliamlara girişilmesi üzerine  Ayvalık ve  Karesi tarafından başlayan milli mücadele hareketi, gönüllere çekilen ümit ışığını alevlendirmiş ve adeta Anadolu ayağa kalkmıştı.

Bu hareket üzerine Mehmet Akif hemen Balıkesir’e giderek Zağnos Paşa camiinde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Bu hutbeye halkın beklenenden çok ilgi göstermesi üzerine daha birçok yerde konuşmalar yapıp, hutbeler vererek heyecanına istikamet verdi ve daha sonra İstanbul’a döndü.

Akif’in bilhassa Balıkesir’de yaptığı konuşmalar, dikkatleri üzerine çekince İstanbul da rahat hareket etme şansı kalmamıştı. Bunun üzerine Anadolu’da başlayan Milli Mücadeleye katılmaya karar verdi.

Akif Ankara’ya varır varmaz, Konya isyanına katılıp halkı teskin etmekle görevlendirildi. Bunun üzerine hemen Konya’ya gidip  azami gayret göstererek onları iknaya çalıştı ise de kesin bir netice alamadı.

Akif, imanın sesini basınla duyurmak için Kastamonu’ya geldi ve Eşref Ediple beraber Sebilürreşab gazetesini orada çıkarmaya başladı. Bunun yanında  Nasrullah Camiinde verdiği vaazlarda başlattığı  ateşli ve heyecanlı duygularıyla halkı düşmana mukavemete teşvik etti.

Böylece Antep “Gazi” oldu, Maraş “kahraman”lıklar kazandı, Urfa “şan”ını korudu ve bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini, namusunu korumak için and içti.

Sebülürreşad’ın yaydığı yoğun duygu  vatanı aşıp en uzak mesafelere imanı  inşirahlar meydana getirince, Rusya, hak ve hürriyetlerini gasbettiği, fakat imanını söndürmediği, milyonlarca Türk’ün uyanmasından korkarak sebülürreşad’ın ülkesine girmesini  yasakladı.

Bu ses böylece millete  ve alem-i İslam’a mal olunca, Mehmed Akif Eşref Edip Ankara’ya gelip, bir işrad ve iman yuvası  olan Taceddin Dergahına yerleştiler.

Mehmed Akif  önce İzmit ve Biga’dan mebus seçilmesine rağmen, daha sonra Burdurluların isteği üzerine  Burdur  Listesine alındı. Fakat bir emirvaki neticesi mebus almamak için Burdur’a gidip kendisini mebus seçenlerle görüştü,  onların tensibini aldıktan sonra, bir yandan mecliste  Burdur mebusu olarak vazife yaparken diğer yandan da neşriyat ve işrad hizmetine devam etti.

Mehmed Akif yayından fırlamış ok gibi Ankara’ya doğru koşunca sustu bülbül. Çünkü bu gidişin Vatan kurtulmadan durmayacağını ve muhakkak vatanını kurtaracağını çok iyi biliyordu.

Fakat Akif  Ankara’ya geldiğinde şehri karamsar bir kaynaşma  içinde buldu. Yunan Ordusunun Ankara’ya doğru ilerlemesi karşısına, başta Mustafa Kemal olmak üzere  birçok devlet büyüğü  meclisi Kayseri’ye taşımaya karar vermiş ve mühim bir kısım evrak gönderilmişti bile.

Fakat Akif, Kayseri’ye taşınmanın bir dağılma  olacağını ve tekrar toplanmanın güçleşeceğini düşünüyordu. Bu yüzden karara  karşı çıktı. Meclisin  Ankara’da kalmasını Sakarya’da yeni bir müdafa hattı  kurulup düşmanın  orada karşılanmasını teklif etti. Teklifi görüşülüp benimsendi ve Akif’in  imanlı sesi bir taahhütname gibi Ankara’dan  vatan safhına dağıldı.

“Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz.”

Akif’in söylediği gerçekleşiyor, “şenaet ve denaet” ordusunu bütün Cihan desteklemesine rağmen cephe sarsılmıyor ve gönüllerdeki ümit ve iman ışığı gün geçtikçe  güçlenerek istiklal şafağını söktürmeye hazırlanıyordu.

Bunun için şafak rengi ile dalgalanacak bayrağa ses ve nefes olacak bir marşa ihtiyaç  duyuluyordu. Bu gaye ile Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekaleti) bir yarışma açmış, fakat yarışmaya katılan 724 şiirde İstiklal duygusu  hissedilmesine rağmen, milletin müşterek iman ve heyecanının terennümü temin edilmemişti. Mehmed Akif 500 lira mükafat konulduğu için  bu yarışmaya katılmamıştı. Mecliste ise en güzel  Marşı ancak Mehmed Akif’in yazabileceğine dair ortak bir kanaat vardı. Bunun için Zamnın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi,

“Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklal Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler  vardır. Zat-ı üstadanelerinin  matlüb şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asıl endişemizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.” Şekillerindeki bir yazı ile Akif’e bir müracaatta bulunarak onun yarışmaya katılmasını sağladı.

Elinde ufacık bir kağıdı tefekküre daldı. Ara sıra bir kelime yazdı, bazen yazdığını çizdi, sonra tekrar yazdı. Saatlerce düşünerek, nihayet milletin imanını ve heyecanını dile getirdiği marşı bitirdi; vatanın, milletin ve dinin bekçisi olan “kahraman ordumuza” ithaf ve millete armağan etti.

Bu kudsi armağan Akif’in İstiklal marşı yazdığını duyup “Biz onun yanında müsabakaya girmeyiz.” Diyerek yarışma için verdikleri şiirleri  geri alan şair ve mebusların da oyları ve gönülden iştirakleri neticesinde, 12 mart 1337 Cumartesi günü saat 17:45’te milletvekilleri tarafından  dört defa ayakta dinlenip alkışlanarak ittifakla kabul edildi.

Nihayet bu heyecan, ıztırap, savaş,  ümit ve zafer dolu yılardan sonra İstiklal Savaşının  İstiklal Marşı Şairi Mehmed Akif, beraberinde bir istiklal madalyası  ve bir mavzer tüfeği ile 1923’te Ankara’dan  İstanbul’a döndü.

Mehmed Akif’in  İstanbul’a dönüşü  aslında yeni bir gidişin başlangıcı idi. Akif daha sonra da Abbas Halim Paşanın daveti üzerine  kışıı geçirmek için  Mısır’a gitti.

Bu sırada akif Elmalı Hamdi Efendinin yazacağı meal’i tercüme etmek için Diyanet İşleri Bakanlığı ile bir anlaşma imzaladı.

Daha sonra Akif tekrar Mısır’a gitti ve kış boyu çalışmalarına devam etti. Döndüğünde memlekette ilk devrim hareketleri başlatılmış Cumhuriyet dinsel baskılardan  tamamen kopartılmaya çalışılıyordu. Bu teşebbüsler üzerine  1926 kışında  tekrar Mısır’a giden Akif, Kahire yakınlarındaki  Hilvan’a yerleşip İstanbul’a dönmeyerek çalışmalarına devam etti.

Mısır’ın  sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden Akif, bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya  tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan’a, İskenderiye  ve Antakya’ya giderek dinlendi.

Akif’in hastalığı gün geçtikçe daha çok artıyordu. Akif hastalığının artmasıyla memleketten uzak yerde ölmekten korkup vatanına geri döndü. Akif geldiği gibi sağlık yurduna yatırılıp tedavisine başlandı.

Akif  hayatının son zamnlarıns-da Prens Halim Paşanın Alemdağ’daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının gayesi olan eserlerini (İkinci Asım, İstiklal savaşı, Selahaddin Eyyubi piyesi, Peygamberimizin veda hutbesi) bitirmetyi azmetti.

Fakat halden anlamayan bu sari illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca Alemdağ’da kalamaz oldu ve kendisini kaderin tecellisine bıraktı. Fakat mesrurdu. Çünkü Mısırdan döndüğü gün peygamberimizin yaşında ölmeyi dua etmişti.

Bu makbul dua aynı yıl  tecelli  etmiş olmalı ki. Mehmed Akif  27 Aralık 1936 yılında  63 yaşında iken vefat etti.

Devrin hükümeti ve onun keyfine kendisini mahkum eden bir kısım güdümlü basın, Akif’in, uzun bir  firaktan  sonra önce vatana, sonra da ebedi aleme  visaline  ilgi göstermediğinden, resmi, cenaze merasimi yapılmadı, ama hiçbir davet ve teşvik görmeden  gönlünün sesine uyarak  gelen yüz binlerce  vatan evladı Beyazıd meydanını doldurdu.

Muhteşem bir namazdan sonra çoğu üniversiteli olan  gençler  bayrağa ve kabe örtüsüne sarılı olan tabutu adeta parmakları üzerinde taşıyarak Edirnekapı Mezarlığına götürdüler. Okunan Kur’an ve ilahilerden sonra hep bir ağızdan istiklal marşını söyleyerek defnettiler.

Akif, “fetihten beri  şehrin toprağına  kendi eseri ile gömülen” ilk vatan evladı idi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder