Laiklik, dünya işlerini din işlerinden, dini otoriteden bağımsız olarak ele almak anlamında kullanılır. Laikleştirmek ise, dinle ilgisi olmayan işleri, dünya ve devlet işlerini dini görüşlerden bağımsız hale getirmektir. Hukuki olarak karşılığı devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan hürriyetinin gerçekleşmesi bakımından tarafsız olmasıdır.
Laiklik, dinin kamu hayatı üstündeki etkisini sınırlamak amacı güder. Laikliğin başlangıcı, 14. yüzyılda din adamları sınıfının ve teokrasinin son bulmasına yol açmış olan mücadelelere dayanır. Philippe le Bel ile kanun koyucularının bu konudaki katkısı çok büyük olmuştur. Bu kimseler, kralın kişiliğinde, siyasetini tam bir bağımsızlıkla yürüten kişi ile, kilisenin uyarılarına kulak veren özel kişi arasında kesin bir ayırım yaptılar. Ardından, Papa 7. Bonifacius de Glericis Laios bildirisinde, o zamana kadar birbirini tamamlayan iki terim olarak kabul edilmiş olan din adamı ve laik terimleri arasında ayırım yapmak gerektiğini belirtti.
Rönesans ve Reform, düşüncenin laikleştirilmesini daha da hızlandırdı. Mesela, kral 8. Henri, Padovalı Marcille’in “Defensor Pacis” (1324) ine dayanarak, kendine İngiltere kilisesini yönetmek hakkını tanıdı. Fransız İhtilali (din adamlarının görev ve yetkileriyle ilgili yasa, hayır kurumlarının, evlenmelerin, takvimin laikleştirilmesi), Papalık’ ın önleme gayretlerine rağmen 19. Yüzyıl boyunca gitgide yayılan laik düşünceyi kabul ettirdi.
Laikliğin felsefi, siyasi ve hukuki anlamları aynı değildir. Felsefi bakımdan laiklik, iman ve inanç yerine aklın hakimiyetini kabul eden bir anlayıştır. Bu anlayışa göre devletin dinden uzaklaşması, hatta dine karşı çıkması gerekir. Siyasi açıdan laiklik, siyasi iktidarın dini kudretten ayrılmasıdır. Laikliğin hukuki anlamı, soyut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması şeklinde ifade edilir. Ancak olaylar ve çeşitli ülkelerdeki uygulamalar, özellikle hukuki tarifin tam gerçekleşmediğini gösterir. Tarih süresince devlet, kişilerin dini inançlarının, karşı inançtaki kimseler tarafından saldırıya uğramasını veya baskı altında tutulmasını önlemek zorunda kaldı. Ayrıca dinin, ülkenin temel düzenini bozabilecek etkilerini önleyebilmek için, devletin, her devrin veya sosyal çevrenin şartlarına göre, olumlu müdahalesi de gerekti. Laiklik ile din hürriyeti kavramları, devletin dini eşitliği sağlamak zorunda kalması yüzünden birbirine yaklaştı. İlk çağlardan yakın çağlara kadar din, resmi bir nitelikte göründü. Ancak teokratik devlet düzeni, daha Ortaçağda başlayan çatışmalar sebebiyle dini ve dünyevi iktidarların birbirinden ayrılmasıyla sonuçlandı. Bu gelişmede aydın din adamlarının çabaları, tabii hukuk anlayışı ve Fransız ihtilali gibi dini, siyasi ve felsefi etkenler olumlu bir rol oynadı. Bugün dünyada din ile devlet ilişkileri bakımından çeşitli sistemler uygulanır. Bu sistemler çeşitli anayasalarla pozitif hukuk alanına girmiştir. Günümüzde teokratik veya yarı teokratik anayasa sayısı azdır: Yemen, Suudi Arabistan anayasaları gibi. Çoğunlukta olan laik anayasa tipidir. Devletlerin çoğunda, iktisadi ve sosyal rejimlerdeki ayrılıklar ne olursa olsun, laiklik ilkesine yer verilerek, din kurallarının devlet yönetiminde bir rol oynayamaması esas kabul edilmiştir.
TÜRKİYE’ DE LAİKLİK
Osmanlı devletinin, özellikle hilafetin Osmanoğulları’ na geçişinden sonra bütünüyle teokratik bir yapısı oldu. Bununla birlikte, siyasi, askeri ve iktisadi konularda, özellikle kamu hukuku alanında, din kuralları dışında kalan birçok kanuna yer verildi. İslam hukukunun yürürlükte olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu hukukun boş bıraktığı idare işleri gibi alanlarda, padişah emirlerinden ve bunlara dayanan teamüllerden meydana gelmiş bir hukuk düzeni (Tevkii Abdurrahman Paşa kanunnamesi gibi) vardı. Ancak Osmanlı devleti, çeşitli ıslahat çabalarına girişmesine, meşruti monarşi dönemine geçmesine rağmen, gerçek anlamıyla laiklik ilkesini benimsemedi, dış baskıların ve içteki batı taraftarlarının etkisiyle devletin, Osmanlı vatandaşları arasında dinlerine göre ayırım yapmamayı taahhüt etmesi de teokratik özelliği değiştirmedi. Kurtuluş Savaşı’ nda meclis, milli kurtuluştan başka bir şey düşünmediği için, hilafet ve saltanata bağlılığını belirtiyordu. Milli hakimiyet ilkesinin siyasi hayat üstündeki gerçek belirtisi ve Türkiye’ de laiklik bakımından atılan ilk ciddi adım, saltanatın kaldırılması oldu. Bu suretle dini ve siyasi otoritelerin devlet teşkilatı içinde aynı elde toplanmış olması engellenmiş oluyordu. Bununla birlikte halifenin bu sıfatına dayanarak onun din ve dünya işlerinde Hz. Muhammed’ e vekillik ettiği kabul ediliyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra halifelik meclis dışında kaynağını milletten alan dini bir başkanlık görevi niteliği aldı. Nihayet 3 Mart 1927 tarihinde, 341 sayılı kanunla halifelik de kaldırıldı. Böylece laik devletin gerçekleşmesine engel sayılan önemli bir hukuki kuruluşa da son verilmiş oldu. Ne var ki, laiklik ilkesi, yine de tam anlamıyla gerçekleşmiş sayılamazdı. Çünkü hilafetin ilgasına dair kanunda “Hilafetin hükümet ve cumhuriyetin mana ve mefhumunda esasen mündemiç” olduğu açıkça belirtilmişti. Halifelik kaldırılırken, Tevhidi Tedrisat Kanunu kabul edildi; Şeriye, Evkaf ve Erkanı Harbiyesi Umumiye Vekaleti’ nin ilgasına dair (3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı) kanun madde 1 ile Şeriye vekaleti de kaldırılarak, ibadetle ilgili bütün işleri yönetmek üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk anayasası olan, 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu madde 2, “Türkiye devletinin dini islamdır” hükmünü taşıdığı için, uygulamada değilse de, hukuk alanında devletin teokratik karakteri devam ediyordu. Devlet dininin islam dini olduğu belirtilmekle birlikte, şeri hükümlere yer verilmemiş, siyasi iktidarın kaynağının ilahi olduğu kabul edilmemiştir; nitekim yürütme-yasama organları şeri esaslara bağlanmadı. 1924 Anayasası 26. maddesinin ilk şeklinde şeri hükümleri TBMM’ nin yerine getireceği belirtilmişti. 16. maddeyle de milletvekillerinin ve cumhurbaşkanlarının yeminlerinde "vallahi” kelimesine yer veriliyordu. Bunlar zamanın gereği olarak konmuş hükümlerdi ve anayasa 70. maddesiyle vicdan hürriyetini açıkça koruyordu. Atatürk anayasanın laik esaslara uydurulması gerektiğini, gerçek laikliğe ancak bu suretle ulaşılabileceğini Nutuk’ ta belirtiyordu. Söz konusu hükümler 10 Nisan 1928 tarihli ve 1222 sayılı kanunla kaldırıldı. Kanunun gerekçesi olarak devletin laik ve demokratik bir cumhuriyete yönelmesi gereği gösteriliyor ve bir kanunla anayasanın 2., 16., 26. ve 38. maddeleri değiştirilerek “Türkiye’ nin resmi dini” kaydı kaldırılıyor, meclisin şeri hükümleri yerine getirmesi görevine ve yeminlerdeki dini niteliğe dair hükümler anayasadan çıkarılıyordu. CHP’ nin 1931’ deki kongresinde parti doktrinini meydana getiren 6 ana hedef, parti programında gösterildi, bu hedeflerden biri olan laiklik, 1937 yılında 3115 sayılı kanunun yaptığı bir değişiklik anayasada yer aldı ve bir anayasa kurumu oldu. Türkiye’ de laiklik, sadece din ile devletin ayrılığını ifade eden bir nitelik değil, aynı zamanda vicdan hürriyetine imkan veren ve akılcılığı sağlayan bir temel kural olarak ortaya çıktı. Laikliğin temel bir anayasa kuralı haline gelmesinden önce, bu konu ile ilgili bazı kanunlar yapıldı. Tevhidi Tedrisat Kanunu yanında, 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Yasaklanması ve Kaldırılması’ na Dair Kanun” kabul edildi. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’ nun 110. maddesiyle medeni nikah ilkesi yürürlüğe girdi.
Türk Ceza Hukuku’ nda laiklik aleyhine işlenen suçlar iki grupta toplanabilir. Birinci gruba din hürriyeti aleyhine işlenen suçlar girer. Din hürriyeti, vicdan ve ibadet hürriyetlerinin birleşmesinden meydana geldiğine göre, suç, vicdan ve ibadet hürriyetlerine karşı ayrı ayrı işlenmiş de olabilir. Burada devletçe tanınmış dinlerden birini tahkir maksadıyla dini işlerin veya ibadet ve ayinlerin icrasına engel olmak, din ve mezheplerden birini tezyif ve tahkir yolunda yayımda bulunma, mabetlerde bulunan eşyayı, yine tahkir maksadıyla yıkmak, bozmak başka biçimde zarara uğratmak veya ruhani görevlilere karşı şiddet kullanmak, onlara hakaret etmek gibi suçlar söz konusudur. İkinci grupta, devletin laik düzenini koruyucu ceza hükümleri yer alır. Bu hükümlerde ele alınan konulardan biri, devletin laik düzeninin korunması amacıyla cemiyet kurma ve toplanma hürriyetlerinin düzenlenmesidir. Türk kanunlarında, bu düzenlemeyle ilgili 2 hükme rastlanır:
Cemiyetler kanununun 9. ve Ceza kanunun 163. maddeleri. Her iki madde de dini cemiyetleri yasaklar. Cemiyetler kanununun 9/B maddesi, dini amaçlarla cemiyet kurmayı yasaklarken, Ceza kanunu madde 163, devletin temel nizamını yıkmağa yönelmiş dini cemiyetleri cezalandırır. Ayrıca cemiyetler kanununun 33. maddesi bu tip cemiyetlerin kurulması halinde uygulanacak müeyyideyi gösterir. Bu maddeye göre, böyle bir cemiyeti kuran veya yönetenler hareketleri daha ağır bir müeyyide uygulanmasının gerekli kılmadığı takdirde TCK madde 526 uyarınca cezalandırılırlar. Ayrıca kurulmuş olan cemiyet de feshedilir. Maddede yer alan ve daha ağır cezayı gerektiren fiil, Ceza kanunun 163. maddesine göre cemiyet kurmaktır. Sözü geçen 163. maddenin 1. fıkrasına göre “Laikliğe aykırı olarak devletin içtimai ve iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarını, kısmen de olsa dini inanç ve esaslara uydurmak amcıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler cezalandırılırlar “ hükmünü koyar. Maddenin koruduğu konu laik devletin sosyal, iktisadi ve hukuki temel düzenidir. Maddede yer alan sosyal düzenden amaç, devletin fert ile olan ilişkilerine ve ferde karşı yapmayı üstüne aldığı görevlere ait temel kurum ve kurallardır. Mesela dini öğretimde bulunmak üzere kurulan bir cemiyet, laik olarak düzenlenmiş bulunan eğitim sistemiminin dini inançalara uydurulmasını istediği için, sosyal düzene karşı gelmiş olur. Ayrıca oruç tutmayanların cezalandırılmasını istemek de sosyal temel düzene karşı çıkmanın bir başka örneği olarak gösterilebilir. Devletin anayasasında açıklanmış bulunan temel siyasi ilkelere aykırı olarak cemiyet kurmayı amaç edinmek ve böyle bir cemiyeti kurmak 163. maddeye göre suçtur. Mesela devletin resmi bir dininin bulunmasını isteyen ve bu amaçla kurulan bir cemiyet, 163. maddenin kapsamına girer. Yine 163. maddede sözü geçen hukuki temel düzen, yürürlükteki mevzuata hakim olan prensip ve hükümlerin tümüdür. Devletin unsurları belirtilen temel düzenini değiştirmeyi hedef tutan bir cemiyetin, bunların hepsini birden değiştirmek amacına yönelmiş olması gerekli değildir. Bunlardan sadece birini, mesela, temel içtimai düzeni değiştirmeyi amaç edinen bir cemiyetin kurulmuş olması 163. maddenin uygulanması için yeterlidir. Suçun maddi unsuru, belirli amaçlarla cemiyet tesis, teşkil, tanzim, sevk ve idare etmek ve böyle bir cemiyete girmek için yol göstermektir. 163. maddede yer alan “cemiyet” teriminden, sadece teşkilatlı bir cemiyeti değil, aynı zamanda fiili biraraya gelişleri de de anlamak gerekir; aksi halde maddenin kapsamı hayli daralmış olacaktır. Sevk ve idare edenler kavramından, cemiyetin başkanlığını veya yöneticiliğini yapanlar, yani cemiyetin yönetim kadrosu içinde bulunanlar anlaşılır. Bu kadro içinde yer alan kişilerin bu sıfatları taşımaları veya taşımamaları önemli değildir. Failin bu cemiyet içindeki fonksiyonu önemlidir. Diğer bir hareket biçimi, maddede, cemiyete girmek olarak belirtilmiştir. Buna göre kurulmuş ve yönetici kadrosu meydana getirilmiş bir cemiyete girmek de suç sayılmış ve müeyyide altına alınmıştır. Ayrıca yine maddeden çıkan bir başka hareket biçimi, cemiyete girmek için yol göstermek fiilidir. Böylece, bir kimseyi cemiyete girmek için azmettirme, teşvik gibi davranışlar da suçun maddi unsurunu gerçekleştirmeğe yeterlidir. 163. maddedeki suçun gerçekleştirilmesi için, failin; devletin iktisadi, hukuki, siyasi ve içtimai temel düzenlerini, kısmen de olsa dini inanç ve esaslara uydurmak amacıyla hareket etmesi gerekir. Yani failde, bu şekilde bir özel kastın bulunması gereklidir. Bu nokta gözönünde tutulduğunda cemiyetin böyle bir amaçla bir amaçla kurulmuş olduğunu bilmeksizin cemiyete girmiş olan kimse cezalandırılmayacaktır. Diğer taraftan 163. maddedeki anlamıyla kurulan bir cemiyetin diğer unsurlar tamamlandıktan sonra suç teşkil eden bir fiil olarak ortaya çıkabilmesi için, “laikliğe aykırı olması” şartının gerşekleşmesi de gerekir.
163. maddede yer alan hareketlerin önemine göre, faillere verilecek cezalar da farklıdır: 163/1’ e göre, cemiyeti tesis, teşkil, sevk ve idare veya tanzim edenler 2 yıldan 7 yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır; cemiyete girenlere veya girmek için yol gösterenlere ise altı aydan aşağı olmamak üzere hapis cezası verilir (163/2). Aynı maddenin diğr fıkralarında, fikir hürriyetinin düzenlenmesi suretiyle laikliğin korunması ele alınmaktadır. Önce devletin laik düzenine karşı yapılan propaganda fiili söz konusudur. Ceza kanunu madde 163’ ün son 3 fıkrası, devletin temel nizamlarını dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla din propagandası yapılması esasıyla ilgilidir: (laikliğe aykırı olarak devletin içtimai veya iktisadi veya siyasi veya hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydırmak amacıyla veya siyasi menfaat veya şahsi nüfus temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne surette olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse cezalandırılır). Kanun koyucu, bu fiilleri düzenlerken, devletin iktisadi, siyasi, içtimai ve hukuki temel düzenlerinin, laikliğe aykırı olan din propagandasıyla zedelenmesini önlemek istemiştir. Fail bakımından suç bir özellik göstermemektedir. Herhangi bir kimse bu suçu işleyebilir. Suçun maddi unsuru, din, dini duygulara veya dince kutsal tanınan şeyler aracılığı ile ve her ne suretle olursa olsun, propaganda yapmak veya telkinde bulunmaktır. Maddede sözü geçen dini duygulardan maksat, fertlerin veya toplulukların dini konulardaki inançlarıdır. Suçun esası, belli amaç ve araçlarla din propagandası veya telkini yapmaktır. Fikri açık bir şekilde belirtmeyen veya düşünceyi anlayabilecek yetenekte olmayan bir topluluğa yapılan propaganda suç meydana getirmez. Çünkü bu durumda bir fikir etrafında taraftar toplayabilme imkanı yoktur. Propaganda, her türlü vasıtayla yapılabilir. Söz, yazı, sanat gösterileri ile propagandanın gerçekleştirilmesi mümkündür. Maddi fiil ve hareketlerle de propaganda yapılabilir. Maddede sözü geçen “telkin” terimi propagandadan farklı bir husustur; fark, telkinin bir kişiye karşı yapılmış olmasıdır. Propaganda amacının gerçkleşmesi veya halk üstünde etki göstermesi, suçun tamamlanması için şart değildir. Maddede yazılı hareketlerden birinin yapılması suçun tamamlanması için yeterli sayılır. Bu bakımdan failin hem propaganda yapması, hem de telkinde bulunması halinde, ortada yine de tek bir suç vardır. Manevi unsur yönünden, failde, devletin temel düzenini dini inanç ve esaslara uydurmak amacının varlığı; yani böyle bir özel kastın bulunması gereklidir. Failin hareketlerindeki amacın laikliğe aykırı oluşu, suçun cezalandırılabilme şartını meydana getirir. Propaganda suçunu işleyenler hakkında 1 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis cezası verilir (Ceza kanunu madde 163/4).
Laiklik aleyhine işlenen başka bir suç da, şahsi veya siyasi çıkar ve nüfuz elde etmek amacı ile propaganda yapmak fiilidir. Bu alandaki hükümler, Türk Ceza Mevzuatı’ nda, 6187 sayılı özel bir kanunla düzenlenmiştir. Bu kanunun konusu, devletin hukuki, siyasi, içtimai, iktisadi ve laik temel nizamlarına karşı bir tecavüz olmasa da, din propagandası yapmanın suç teşkil edeceğidir. Yapılan propaganda, devletin herhangi bir temel nizamını dini esas ve inançlara uydurmak amacını gütmese dahi, dini, şahsi veya siyasi menfaatlere alet ediyorsa suç teşkil edecektir. Demek ki, burada önlenmek istenen, din hürriyetinin kötüye kullanılmasıdır. Bu suçun faili herkes olabilir. 6187 sayılı kanunun düzenlemiş bulunduğu, propaganda yapmak ve telkinde bulunmak fiilinin manevi unsuru, siyasi veya şahsi menfaat veya nüfuz temin etme maksadıdır. Failin cezalandırılabilmesi için, bu amaçla hareket etmiş olması şarttır. Yani failin özel kasıtla hareket etmesi gerekmektedir. Kanunda sözü geçen, siyasi menfaat veya nüfuz kavramı iktidarda kalmak veya iktidara geçmek için, seçim propagandalarında, dinin bir vasıta olarak kullanılmasıyla siyasi menfaat elde etmek amacını ifade eder. Yine, maddede sözü geçen “şahsi nüfuz” terimi, bir kimsenin içinde bulunduğu toplumda, dini alet eden propaganda veya telkinlerle, çevresi üstünde hakim ve farklı bir mevki elde etmek amacını ifade eder. Öbür yandan şahsi menfaat deyimi, 6187 sayılı kanunun ortaya çıkardığı bir kavramdır. Kanun, siyasi nüfuzu ayrıca açıklamış olduğuna göre, bu şahsi menfaatin propaganda ve telkinde bulunan kimsenin şahsına ait ve fakat gayri siyasi bir menfaat olması gerekmektedir. Propaganda veya telkini yapan kimse, 6187 sayılı kanun madde 5’ e göre 1 seneden 5 seneye kadar ağır hapis cezasına mahkum edilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder