İsa ile bir ahmak yoldaş oldu. Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince, “ Yoldaş ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı, bana da öğret de bir iyilikte bulunayım, o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
İsa dedi ki : “sus Bu senin sözünün harcı değil! Nefesin yağmurlardan daha arı, duru olması o nefes sahibinin meleklerden daha idrakli bulunması lazımdır. Âdem ömürlerce yandı, yakıldı da arındı; felekler hazinesine emin oldu. Sende sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede, Musa’nın eli nerede” O ahmak “ Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku” dedi.
Bir sofi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu. Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın başköşesine geçip oturdu. Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Tanrının manevi huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur) Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür. Âlimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri!
Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya benzer. Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir. Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden muradına ulaşır. Misk kokusunu duyup bir konak yol almak iz, izleyerek yüz konaklık yol almadan yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere “kapıları açılmıştır” sırrıdır.
Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür. Pir olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyveler devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler!
Tanrı, âlemi ve ademi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Melekler, buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık çalıyorlar, onlarla alay ediyorlardı.
Bu nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği görmüşler; Akılsız, gönülsüz fikirlerde dolmuşlar, askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi. O apaçık anlayış, onlara nispetle düşünüştür. Yoksa haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir. Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hal olur
“Ruh üzümden şarabı, yoktan varı görür” Onlar da Keyfiyete düşecek olan her şeyi keyfiyetsiz görmüşler, madenden önce sağlamla kapı fark etmişlerdir. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardır. Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür.
Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer. Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin! Onların sayıları dalgalar gibidir. Onları rüzgâr, zahiren çoğaltır. Halkın can güneşi, halkın pencerelere benzeyen bedenlerinde mahcup olan kişi şüphededir.
Çokluk, ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir. Hak onlara mademki nurundan saçtı, Hakkın nuru artık ayrılmaz. Yoldaş bir müddet usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım Onun güzelliği anlatılmaz, iki âlem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi! Onun güzel benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor. Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum, hatta kendi cirmimden kendi haddimden fazla yük çekmekteyim
O aydınlığın bile haset ettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lazım ve farz olan sırları söyleyeyim. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür, köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini gösterir.
Şimdi dinle, hikâyenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü başka bir yere gitti. Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi. Boğazına kadar o sevdaya daldı. Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak hali anlatmak için o hikâyeyi söylemek icap ediyor. Fakat ey aziz sofiyi, suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize, üzüme düşüp kalacaksın?
Oğul, bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç! Eğer sen geçmezsen Tanrının lütfu Tanrının keremi seni dokuz kat gökten geçirir. Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!
O zevk ve huzur dileyen sofilerin zikir ve murakabeleri, vecit ve şevkle sona erince. Konuğa yemek getirdiler. Konuk o zaman hayvanı hatırladı, Hizmetçiye: ”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi. Hizmetçi dedi ki :“ la havle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.” Sofi “önce arpayı ısla.
Çünkü eşek karttır, dişleri sağlam değil” dedi. Hizmetçi “ Lahavle Ey ulu bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi. Sofi “önce semerini indir, sırtına da ilaç koy” dedi. Hizmetçi “Lahavle ey hâkim, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi; Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.
Konuk bizim canımızdır, bizdendir” dedi. Sofi “suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “ Lahavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi. .Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lahavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi. Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi.
Hizmetçi “Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle! Dedi. Süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi. Hizmetçi “Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle! Dedi. Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi.
Hizmetçi “ Lahavle. Baba, artık utan!” Dedi. Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. “işte gittim, önce arpa, saman getireyim” dedi. Gitti ama ahır aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı. Birkaç hazelenin yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye onunla alay etmeye koyuldu.
Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı, rüya görmeye başladı: Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu Uyanıp “Lahavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.
Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü. Türlü, türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazen Karia suresini okuyordu. “ Çare ne? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi. Yine “O Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki?
Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki? Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı cinsten oluş insanı vefakâr eder” diyordu. Sonra tekrar “ lütuf ve ihsan sahibi âdem iblise bir cefada bulundu mu ki?
İnsan yılana, akrebe ne yaptı ki onlar, daima insanı sokmak öldürmek isterler. Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta vardır demekte”, Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır. Neye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” Diye söylenmekteydi, Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?” Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!
Zavallı eşek; taş toprak içinde, semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur. Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz gâh can çekişmekte, gah ölüm haline gelmekteydi. Bütün gece “Yarabbi, arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan da az saman olsa” diye sayıklıyordu. Hal diliyle “Ey şeyhler, bir merhamet edin, bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu. O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş, sele kapılırsa çeker duyar!
Nihayet biçare eşek açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı. Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti, sırtına vurdu. Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı. Eşek dayağın, şiddetinden sıçradı, kalktı. Dili yok ki halini söylesin!
Sofi merkebe binip yola düzülünce merkep, her an yüzüstü düşmeye başladı. Halk, merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu. Birisi kulağını burmakta, öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta, Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi. Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün, şükür olsun, bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler. Sofi (Geceleyin “lahavle” yiyen eşek, ancak böyle gider. Merkebin azığı geceleyin “lahavle” olur, geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytanının ağzından çıkan “Lahavle”’ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytanın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hissîne kanarsa. O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.
Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce “ Lahavle” okuyan Şeytana bak; ey âdem, iblisi gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitabe der. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline! Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor, sana hitaplarda bulunur. Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını da!
Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı kişinin işini değil! Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.
Tene yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini, hakikatini semirmiş göremezsin. Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar. Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Tanrının adı.
O münafık miski tene sürer de ruhu külhanın ta dibine sokar. Dilinde Tanrı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokar!
Onun zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer. O yeşillik orda ariyettir. O gülün yeri oturulan işret edilen yerdir. Temiz şeyler temizlere aittir; pisler de pis şeylere... Kendine gel! Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küllün cüzüdür, dinin de düşmanı. Mademki sen cehennemin cüzüsün; aklını başına al cüzü küllünün yanında karar eder. Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzcüysen zevkin de cennet gibi ebedidir. Acı mutlaka acılara katılır. Batıl söz nasıl olur da Hakka ulaşır?
Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin. Düşünceden, manevi varlığın gülse, Gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.
Koku satanların tabaklarına bak her cinsi kendi cinsinin yanına korlar. Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler. Fakat mercimek, şeker arasına karışırsa onları birer, birer ayırırlar. Tablalar kırıldı, canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
Tanrı, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt. zahiren hepsi birdi. Alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk. Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
Rengi göz ayırt edebilir; lali, taşı göz bilebilir. İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar. Bu kalpazanlar, gündüze âşıktır. Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır. Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Tanrı kıyamete gün lakabını taktı. Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz onların aylarına nispetle gölgelere benzer. Gündüzü, Tanrı erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
Tanrı onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur. Tanrı kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır. Yoksa fani olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fani şeyin Tanrının sözüne girmesi layık olur mu?
Halil “ Ben fani olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu tanrı nasıl olur da fani şeyi diler, sever? “Velley!” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir. Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “seni Rabb’in terk etmedi” dedi. Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti. Esasen her söz bir halete alâmettir. Hal ele benzer, söz de alete.
Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner. Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir. “Enel Hakkı” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” Sözü, Firavunun ağzında yalan! Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı. İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Tanrının o yüce adını belletmedi. Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı? Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın. Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Tanrıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Tanrıda şüphe yoktur.
İki diyenler, üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler. Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki üç diyenler de bir derler. Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgehanının etrafında dön dolaş! Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.
Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilaç ver! Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider. Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. Hikmeti istediğin kadar tekrarla. ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak! İster yaz, belle. İster bahset, söyle! O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde, alışmış kuş haline gelir. Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz!
İsa dedi ki : “sus Bu senin sözünün harcı değil! Nefesin yağmurlardan daha arı, duru olması o nefes sahibinin meleklerden daha idrakli bulunması lazımdır. Âdem ömürlerce yandı, yakıldı da arındı; felekler hazinesine emin oldu. Sende sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede, Musa’nın eli nerede” O ahmak “ Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku” dedi.
Bir sofi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu. Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın başköşesine geçip oturdu. Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Tanrının manevi huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur) Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür. Âlimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri!
Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya benzer. Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir. Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden muradına ulaşır. Misk kokusunu duyup bir konak yol almak iz, izleyerek yüz konaklık yol almadan yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere “kapıları açılmıştır” sırrıdır.
Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür. Pir olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyveler devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler!
Tanrı, âlemi ve ademi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Melekler, buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık çalıyorlar, onlarla alay ediyorlardı.
Bu nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği görmüşler; Akılsız, gönülsüz fikirlerde dolmuşlar, askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi. O apaçık anlayış, onlara nispetle düşünüştür. Yoksa haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir. Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hal olur
“Ruh üzümden şarabı, yoktan varı görür” Onlar da Keyfiyete düşecek olan her şeyi keyfiyetsiz görmüşler, madenden önce sağlamla kapı fark etmişlerdir. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardır. Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür.
Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer. Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin! Onların sayıları dalgalar gibidir. Onları rüzgâr, zahiren çoğaltır. Halkın can güneşi, halkın pencerelere benzeyen bedenlerinde mahcup olan kişi şüphededir.
Çokluk, ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir. Hak onlara mademki nurundan saçtı, Hakkın nuru artık ayrılmaz. Yoldaş bir müddet usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım Onun güzelliği anlatılmaz, iki âlem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi! Onun güzel benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor. Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum, hatta kendi cirmimden kendi haddimden fazla yük çekmekteyim
O aydınlığın bile haset ettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lazım ve farz olan sırları söyleyeyim. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür, köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini gösterir.
Şimdi dinle, hikâyenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü başka bir yere gitti. Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi. Boğazına kadar o sevdaya daldı. Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak hali anlatmak için o hikâyeyi söylemek icap ediyor. Fakat ey aziz sofiyi, suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize, üzüme düşüp kalacaksın?
Oğul, bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç! Eğer sen geçmezsen Tanrının lütfu Tanrının keremi seni dokuz kat gökten geçirir. Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!
O zevk ve huzur dileyen sofilerin zikir ve murakabeleri, vecit ve şevkle sona erince. Konuğa yemek getirdiler. Konuk o zaman hayvanı hatırladı, Hizmetçiye: ”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi. Hizmetçi dedi ki :“ la havle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.” Sofi “önce arpayı ısla.
Çünkü eşek karttır, dişleri sağlam değil” dedi. Hizmetçi “ Lahavle Ey ulu bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi. Sofi “önce semerini indir, sırtına da ilaç koy” dedi. Hizmetçi “Lahavle ey hâkim, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi; Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.
Konuk bizim canımızdır, bizdendir” dedi. Sofi “suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “ Lahavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi. .Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lahavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi. Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi.
Hizmetçi “Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle! Dedi. Süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi. Hizmetçi “Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle! Dedi. Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi.
Hizmetçi “ Lahavle. Baba, artık utan!” Dedi. Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. “işte gittim, önce arpa, saman getireyim” dedi. Gitti ama ahır aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı. Birkaç hazelenin yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye onunla alay etmeye koyuldu.
Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı, rüya görmeye başladı: Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu Uyanıp “Lahavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.
Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü. Türlü, türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazen Karia suresini okuyordu. “ Çare ne? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi. Yine “O Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki?
Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki? Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı cinsten oluş insanı vefakâr eder” diyordu. Sonra tekrar “ lütuf ve ihsan sahibi âdem iblise bir cefada bulundu mu ki?
İnsan yılana, akrebe ne yaptı ki onlar, daima insanı sokmak öldürmek isterler. Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta vardır demekte”, Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır. Neye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” Diye söylenmekteydi, Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?” Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!
Zavallı eşek; taş toprak içinde, semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur. Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz gâh can çekişmekte, gah ölüm haline gelmekteydi. Bütün gece “Yarabbi, arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan da az saman olsa” diye sayıklıyordu. Hal diliyle “Ey şeyhler, bir merhamet edin, bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu. O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş, sele kapılırsa çeker duyar!
Nihayet biçare eşek açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı. Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti, sırtına vurdu. Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı. Eşek dayağın, şiddetinden sıçradı, kalktı. Dili yok ki halini söylesin!
Sofi merkebe binip yola düzülünce merkep, her an yüzüstü düşmeye başladı. Halk, merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu. Birisi kulağını burmakta, öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta, Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi. Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün, şükür olsun, bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler. Sofi (Geceleyin “lahavle” yiyen eşek, ancak böyle gider. Merkebin azığı geceleyin “lahavle” olur, geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytanının ağzından çıkan “Lahavle”’ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytanın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hissîne kanarsa. O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.
Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce “ Lahavle” okuyan Şeytana bak; ey âdem, iblisi gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitabe der. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline! Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor, sana hitaplarda bulunur. Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını da!
Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı kişinin işini değil! Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.
Tene yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini, hakikatini semirmiş göremezsin. Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar. Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Tanrının adı.
O münafık miski tene sürer de ruhu külhanın ta dibine sokar. Dilinde Tanrı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokar!
Onun zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer. O yeşillik orda ariyettir. O gülün yeri oturulan işret edilen yerdir. Temiz şeyler temizlere aittir; pisler de pis şeylere... Kendine gel! Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küllün cüzüdür, dinin de düşmanı. Mademki sen cehennemin cüzüsün; aklını başına al cüzü küllünün yanında karar eder. Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzcüysen zevkin de cennet gibi ebedidir. Acı mutlaka acılara katılır. Batıl söz nasıl olur da Hakka ulaşır?
Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin. Düşünceden, manevi varlığın gülse, Gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.
Koku satanların tabaklarına bak her cinsi kendi cinsinin yanına korlar. Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler. Fakat mercimek, şeker arasına karışırsa onları birer, birer ayırırlar. Tablalar kırıldı, canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
Tanrı, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt. zahiren hepsi birdi. Alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk. Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
Rengi göz ayırt edebilir; lali, taşı göz bilebilir. İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar. Bu kalpazanlar, gündüze âşıktır. Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır. Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Tanrı kıyamete gün lakabını taktı. Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz onların aylarına nispetle gölgelere benzer. Gündüzü, Tanrı erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
Tanrı onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur. Tanrı kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır. Yoksa fani olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fani şeyin Tanrının sözüne girmesi layık olur mu?
Halil “ Ben fani olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu tanrı nasıl olur da fani şeyi diler, sever? “Velley!” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir. Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “seni Rabb’in terk etmedi” dedi. Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti. Esasen her söz bir halete alâmettir. Hal ele benzer, söz de alete.
Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner. Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir. “Enel Hakkı” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” Sözü, Firavunun ağzında yalan! Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı. İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Tanrının o yüce adını belletmedi. Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı? Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın. Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Tanrıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Tanrıda şüphe yoktur.
İki diyenler, üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler. Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki üç diyenler de bir derler. Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgehanının etrafında dön dolaş! Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.
Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilaç ver! Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider. Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. Hikmeti istediğin kadar tekrarla. ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak! İster yaz, belle. İster bahset, söyle! O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde, alışmış kuş haline gelir. Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder